SlideShare uma empresa Scribd logo
1 de 12
Baixar para ler offline
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
                                                        Demokratik bir rejimde basın yalan
                                               söylerse rejim de ölüme mahkûm olur.
                                                   Pierre Lazareff, Fransa’da Basın Rezaletleri (1942)


                                  Fransa’da İşgal Yılları adlı kitabı yayınlama nedenim İkinci
                         Dünya Savaşı öncesinde Fransa‟nın iç siyasi çekişmelerinin, Türkiye‟
                         nin 2000‟li yıllardaki siyaset iklimi ile olan paralelliğini göstermekti.
                         Diğer yandan, Türkiye‟de, epeyce etkin tepeden inmeci zihniyetli bir
                         entelektüel zümre, eline geçen her fırsatta Fransa‟yı övüyordu. Söz
                         konusu övgüler kendimi bildim bileli sürmekteydi. Bu çevrelerin
                         Türkiye‟yi küçümseyen ve Fransa‟yı yücelten yazıları, benim de, kendi
                         halkıyla birlik olamamış, bunun ne demek olduğunu ve ne kadar
                         önemli olduğunu kavrayamamış olan bu gibileri küçümsememe yol
                         açıyordu. Elbette ki biz Türkler, uzun zamandır büyük büyük hatalar
                         yapmasaydık, Avrupa karşısında bu kadar gerilere düşmezdik. Ama
                         konu üzerindeki vurguların ortaya atılış biçimi ve öteki toplumları
                         Batı karşısında küçük gören toptancı üslup, söz konusu
                         entelektüellerin ısrarla öne sürdüğü Batının üstünlüğü iddialarının ne
                         ölçüde gerçeklik payı taşıdığını sorgulamama neden oldu. Böylece
                         Fransa‟yı ve tarihini incelemeye başladım. Dört beş kez de Paris
                         seyahatim oldu. Ayrıca 1979-82 yılları arasında çalıştığım Kerkük
                                                                                                         1
                         Ovası Sulama Projesi‟nde denetim şirketi dünya çapında ünlü bir
                         Fransız mühendislik firmasıydı. Söz konusu firmanın mühendisleriyle
                         iş gereği olan yakın temaslarımız sayesinde, onlardan daha ileri
                         düzeyde mesleki temel eğitim aldığımızı, onların 3-5 uzmanla ancak
                         karara bağlayabildikleri konuları bizim mühendislerimizin tek başına
                         çok daha çabuk sonuca götürebildiklerini gördük. Onlar dar
                         alanlarda belki daha derin uzmanlık kazandıran bir eğitim anlayışının
                         ürünüydüler ama hayat, problemlerini üzerimize bütüncül nitelikte,
                         uzmanlığımıza hiç aldırış etmeden gönderiyordu. Onlara da bize de.
                         Bizler farklı farklı alanlarda karşımıza çıkan sorunlara hemen bir
                         çözüm üretme eğilimi taşırken, -çünkü esas işimiz zamana karşı yarıştı-
                         onlar önlerine çıkan soruna elini sürmeden uzmanına havale etmek
                         eğilimine giriyor, böylece sorunlar uzun süre çözümsüz vaziyette
                         askıda kalıyordu. İşi kucaklayış tarzına dair aramızdaki farkı onlar da
                         anladılar. Ama Türk mühendislerinin sergilediği kapasiteyi gizli gizli
                         kabullenmelerine karşılık, bize karşı dozu giderek artan bir üstünlük
                         havasıyla konuşuyorlardı. Üslup, denetim şirketi olmalarının onlara
                         sağladığı avantajın ve müteahhit firma üzerinde sahip oldukları
                         yaptırım gücünün çok ötesindeydi ve zaman içerisinde bu tutumlarını
                         tırmandırdıklarını da görüyorduk.
                                  Onlarla İran-Irak Savaşı ortamında siyaset konuştuğumuz da
                         oluyordu. Savaş başlamadan önce bu gibi siyasi içerikli konuşmalar katiyen
                         olmazdı. Bizden savaş ortamında Kerkük‟te olup bitenler hakkında bir




 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                         şeyler öğrenmeye çalışırlardı. Saddam Hüseyin‟e toz kondurmuyorlardı.
                         Ortada Saddam‟ı övmeyi gerektirecek bir durumu olmasa bile, bir yolunu
                         bulup onu yere göğe koyamıyorlardı. (Meğerse Bağdat yakınlarındaki Osirak’ta
                         Fransa’nın katkılarıyla bir nükleer santral inşa ediyorlarmış. Bu santral İsrail
                         tarafından bombalanınca Saddam’la Fransa’nın neden sıkı fıkı olduğunu anladık.)
                         Fransız mesai arkadaşlarımızın ağır bir dille eleştirdikleri sadece Humeyni
                         idi. Oysa Humeyni İran‟a Fransa‟dan gönderilmişti ve onun İran halkıyla
                         haberleşmesini düpedüz Fransa örgütlemişti. Humeyni‟nin İran şahını
                         kovmasının Fransa tarafından mümkün hale getirildiğini bilmeyen de
                         yoktu. Buna rağmen bizim ahbaplar her fırsatta İslam fundamantalist
                         İslam‟dan dem vuruyorlardı. Fransa‟nın bu gibilerle Cezayir‟de çok
                         mücadele ettiğini söylüyorlar, kendilerini muharip gazi gibi
                         görüyorlardı. Deşelediğimizde, Cezayir‟de meydana gelen olayları
                         Cezayir halkını uygarlaştırmak için katlanmak zorunda kaldıkları bir
                         fedakârlık örneği olarak anlatıyorlar, orada yaptıkları sistematik
                         katliamları ağızlarına almıyorlardı. Cezayir‟den ve Humeyni‟den
                         örnekler vererek İslamcı fundamantalistlerin “Batı uygarlığını
                         kuşatmak”,“uygarlığın altını oymak” istediklerini söylüyorlardı.
                         Kısacası, tanıdığım Fransızların siyasi fikirleri vıcık vıcıktı, tepeden
                         tırnağa tutarsızdı, gerçeklerle örtüşen bir yanı yoktu.
                                   Aynı havayı, yıllar sonra, Soğuk Savaş‟ın sona ermesi
                         dolayısıyla bozulan uluslararası dengeler yüzünden güç duruma
                         düşen Fransa‟nın stratejik sıkıntılarını, kuşku ve korkularını anlatan
                                                                                                            2
                         Alain Minc‟in Yeni Ortaçağ adlı kitabında ve daha sonra Samuel
                         Huntington‟un Medeniyetler Çatışması adlı zırvasında da gördüm.
                         Huntington‟un kitabında, ABD‟yi ziyarete giden Fransa başbakanı
                         Eduard Balladur (1993-1995), Fransa‟nın ötekine bakış açısını masaya
                         resmen şöyle koyuyor: “Bugünkü mesele, farklı değerleriyle bizim
                         altımızı oymaya muktedir olan ülkelerden kendimizi korumak için nasıl
                         organize olacağımızdır?” Demek ki yeni dönemde Fransa‟yı korkutan
                         temel sorun, dünyanın yeniden yapılan(dırıl)ması sırasında
                         Fransa‟nın konu mankeni durumuna düşmesi. Özellikle Afrika‟daki
                         sömürgelerinden ayrılık vakti gelirse Fransa çöker çünkü. Çöküşü
                         önleyemez de; çünkü Katolisizm olarak ifade edilen bir ideolojik bakış
                         açısıyla ötekine her zaman zalim davrana gelmiştir. Egemenliği
                         altındaki ülkelerde yaşamakta olan insanların gönlünde bir yeri
                         yoktur. Neden böyle olduğunu Afrika/Zengin Ama Yoksul adlı
                         kitabımızda büyüteç altına aldık.
                                 Dünya kamuoyunun önünde cereyan eden olanca gerçeğe
                         rağmen, Kerkük‟te görüştüğümüz Fransızlar kendilerini insanlığı
                         kurtaracak öğretmenler olarak görüyorlardı. Cezayir‟de eşi benzeri
                         görülmemiş ölçüde soykırım yaptıklarını reddediyorlardı. Hatta
                         konuşmaları zaman zaman sadece kendilerini insan gören bir üsluba
                         kadar gidiyordu. Fundamantalistlerden dem vuruyorlardı ama
                         yeryüzünün bütün insanlarını aşağılamadan sözü bırakmıyorlardı.
                         Fundamantalist olan düpedüz kendileriydi oysa. İşin ilginci, bizdeki,




 İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




                                         Fransa‟nın yargısını benimsemiş kimselerin söyledikleri de benzer
                                         şeylerdi. Söylem belki biraz farklıydı ama satır aralarına dikkatli
                                         baktığımızda, bizimkilerin Batılılaşmacı ideolojik kalıba dökerek
                                         söylediklerinin, Irak‟ın inşaat şantiyelerinde tanıdığım Fransızların öne
                                         sürdüklerinden ve Eduard Balladur ile Samuel Huntington‟un
                                         kitaplarında ifade edilenlerden hiç bir farkı yoktu. Mesela kamuoyunda
                                         namı iyi bilinen zirzop bir devşirme, Frankfurt‟ta verdiği bir
                                         konferansta “Ben kendimi Fransız hissediyorum. Türk erkekleri
                                         sarımsak kokuyor”, diyebilmiştir. Böylelerine orada burada konferans
                                         verdiren ve ceplerine zarf koyan da AB Lobisidir. –Aşağıdaki
                                         tebliğimizde Fransa’nın Almanlar tarafından işgalini hazırlayan benzer
                                         tezgâhlardan söz edeceğiz.-
                                                  Bize karşı kendilerini dev aynasında gören denetim bürosu
                                         mühendislerinin itici davranışlarının etkisiyle Fransa‟yı tanıma
                                         arzumuz şiddetlendi. Bu sayede kütüphanemizde epey sayıda Fransa‟
                                         yı tanıtan kitabımız oldu. Yayınladığımız çeşitli kitaplarda yeri
                                         geldikçe Fransa‟nın tarih sahnesine nasıl çıktığından tutun da
                                         uygarlaşma sürecine nasıl girdiğine kadar pek çok konuya el attık ve
                                         Fransa ile ilgili arşivimizde bulunan, yararlandığımız kitapları yeri
                                         geldikçe tanıttık. Özel olarak Fransa üzerine yayınladığımız Fransa’da
                                         İşgal Yılları adlı kitabımız, bu çalışmalarımızın son ürünü oldu. Ne
                                         var ki, bunca çalışma sırasında aslında ele geçirmemiz fazla zor
                                         olmayan bir kitap daha varmış, ki bunu, bir okuyucumuzun söz konusu
                                                                                                                     3
                                         kitabımızı okuduktan sonra gönderdiği bir mektup sayesinde öğrendik.
                                                  Önce kısaca bu kitabın künyesinden bahsetmeliyim.
                                                  Kitap 1942 yılında, Alman işgali günlerinde Paris‟ten
                                         Amerika‟ya kaçan Pierre Lazareff adlı bir üst düzey gazeteci
                                         tarafından Amerika‟da kaleme alınmış ve 1945 yılında Şevket Rado
                                         tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Daha sonra Tarık Dursun K.,
                                         kitabın dilini sadeleştirerek yayına hazırlamış ve kitap Türkiye
                                         Gazeteciler Cemiyeti tarafından 1995 yılında yeniden yayınlanmış.
                                                Bu tebliğimizde, esas olarak, işte bu kitabın özetini vereceğiz
                                         ve bunun yanında söz konusu kitapta yer alan olayların kısa kısa
                                         yorumunu da yapacağız. Kitabın adı içeriğini bir çırpıda özetliyor:
                                         FRANSA’DA BASIN REZALETLERİ ya da FRANSA’YI ÇÖKERTEN
                                         DÖRDÜNCÜ KUVVET.
                                                  
         Tarık Dursun K., önsözde, kitap 1945’de ilk kez yayınlandığı zaman, içinde yer alan olayların
Türk gazetecileri tarafından şaşkınlıkla karşılandığını, çünkü o yıllarda Türk basınının henüz büyük
sermaye guruplarının eline geçmediğini, gazetelerin patronlarının da meslekten gazeteci olan
kimseler olduğunu söylüyor ve şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Bu kitap aracılığında tanığı olacağınız
olaylar ve örnekler meslek adına, elbette utanç vericidir. Ama basının kamuya karşı „şövalyelik dönemi‟nin
daha o yıllarda son bulduğunun da bir kanıtıdır. İlerleyen teknoloji, toplumların tüketime koşullandırılmaları,
sermayenin küreselleşmesi, bugün basını salt „haber veren‟, yanı sıra toplumu uyarıp yönlendiren bir organ
olmaktan uzaklaştırmıştır, uzaklaştırmaktadır. Türkiye‟de de basın bir dönem, üstelik uzunca bir dönem,



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




„şövalyelik‟ini yaşamıştır. O dönemler, haber verme, haberci olma ve haberin kutsal sayıldığı bir dönemdi.
Geldi ve geçti. Tıpkı çay-simit gazeteciliğinin bugün Boğaz‟da yalılara, Amerika ve İsviçre‟de villalara,
altlarında Jaguarlara sahip gazetecilikle yer değiştirmesi gibi.”
         Kitabın yazarı Pierre Lazareff, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Paris’te yayınlanan ve tirajı 3
milyonu aşan Paris-Soir gazetesinin yazı işleri müdürüdür. Kitabında Fransa’nın işgal ortamına girişini,
bizzat yaşadığı olaylarla örnekleyerek adım adım anlatmaktadır. Kitap 1942 yılında Amerika’da
yayınlanırken ülkesi işgal altındaydı. Yazarın hoşumuza giden tarafı, kitabın “Kahrolsun Almanya,
Kahrolsun Hitler” gibi bir üsluptan son derece uzak olması ve işgalin suçunu kendilerinde araması. Kitap
şöyle bir paragrafla başlıyor: “Bugünkü Fransa [1942], benim bildiğim Fransa‟nın bir negatif fotoğrafını
andırıyor. Orada bir zamanlar beyaz olan her şey şimdi kara, bir zamanlar kara olan her şey şimdi
beyaz. Savaşa devam edene kaçak, savaşın başından beri düşman değiştirmeyenlere hain, bozgunculara
iyi vatandaş, Almanya‟ya hizmet etmek istemeyenlere ise kötü vatandaş deniyor artık.”
         Fransa’nın nasıl olup da kolayca işgal edildiğinin hikâyesini kitabın çerçevesinin dışına
çıkmadan anlatmaya çalışalım. Hatıra gelen mukayeseleri okuyucumuz kendisi yapacaktır. Size tanıdık
gelen durumlarla karşılaşırsanız, bu satırların, ülkesinin işgal ediliş biçimini şaşkınlıkla izleyen bir yazar
tarafından 1942 yılında yazıldığını akıldan çıkarmayın. Bir örnek olmak üzere, kendisini sosyalist
olarak tanımlayan yazarın kitabından bir paragrafı daha verelim: “1918‟e kadar Fransızlar cumhuriyete
inanıyorlardı. 1918‟den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine bir dokunuşta
dağılıverecek bir demokrasi hayali koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun
ince ve şeytancaydı. Fakat bu oyuna içeriden paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün
çekememezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar. … Ülke yıkıcılarının kullandığı başlıca
silah basın oldu… Paris‟in günlük gazetelerinin dörtte üçü, satın alanlardan birinin deyimiyle, „çok bayağı
şekilde‟ satılmıştı. Dörtte biri ise… zaaf, para kazanmak ya da anlayışlık yüzünden işlerini yapmadı.”           4
         Lazareff, babası Birinci Dünya Savaşı’nda silâhaltına alındığı için, hayatın ağır yükünü tek
başına omuzlayan annesine yardım etmek isterken, Paris’te, ağır bombardıman altında çocuk
yaşlarda olgunlaşmış, hayatın sillesini çok sert şekilde erkenden yemiş bir kişidir. Kendi ifadesiyle
hayatın yükü omuzlarına çok erken binmiş. Savaşın başlangıcında 7 yaşındaymış. O yaşta uzaklardan
el arabasıyla evlerine kömür taşıdığını, annesinin yükünün bir kısmını almaya çalıştığını anlatıyor.
Sonunda savaşın kazanıldığını, ağabeyini ve onu okuldan almaya gelen annelerinden öğrenirler.
Birlikte Paris sokaklarında coşkun kalabalığa karışırlar ve zaferlerini kutlarlar. Birbirini tanımayan
insanlar sevinçle kucaklaşmakta, asker elbisesiyle karşılarına çıkan herkesi omuzlara almaktadır.
         Fakat bir zaman sonra gerçekle yüz yüze gelirler ve zaferin onlara bir şey kazandırmadığını
kavrarlar. Mağlup Almanya’da da, galip Fransa’da da yokluk ve yoksulluk alabildiğine hüküm
sürmektedir. Bunun yanında, savaştan sağ dönenler, hep bir ağızdan savaşın kendilerine öğretildiği
gibi kahramanlık edebiyatı şeklinde anlatılamayacağını, sadece “top tüccarlarının” çıkarı için
savaşıldığını söylemektedir. Yazar acı gerçeği tasvir edebilmek için şöyle de bir örnek verir: Savaş boyunca
sivil hedefler bombalanmıştır ama her iki tarafın demir cevheri çıkarılan sahaları düşman tarafından
hiç bombalanmamıştır. Meğerse her iki ülkenin genelkurmayı bu konuda gizlice anlaşmışlardır. Sivil
hedefleri bombalamamak için anlaşma yapmamışlar ama silah yapabilmek için gerekli maden
sahalarının bombalanmaması için söz birliği etmişlerdir. Bir başka gün, savaştan dönen bir asker,
Lazareff’e, taarruz emrini alır almaz emri sorgusuz sualsiz yerine getirebilmelerini sağlamak için
komutanları tarafından önceden zil zurna sarhoş edildiklerini anlatmıştır.
         Savaştan dönen askerlerin savaş ortamında yaşadıkları olaylarla ilgili olarak anlattıkları, halkın,
silahsızlanmayı savunan sol partilere doğru kaymasına, bu tür partilerin için için güçlenmesine yol
açmaktadır. Zafer kazanmış görünen Fransa’nın halkı da nesi var nesi yoksa kaybetmiştir çünkü. Lazareff
de bu gibi etkilerle sosyalist partiye meyleder. Çünkü sol partiler milletlere barış tavsiye etmekte,



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




“sürekli barışın kurulabilmesi için” kararlılıkla görüş açıklamaktadır. Ayrıca halk, savaşın sömürgelerin
paylaşılması yüzünden çıktığını bilmektedir. Oysa sömürgelerdeki uçsuz bucaksız planktonlar, sadece
son derece sınırlı sayıda sözde asilzadenin servetine servet katmaktadır. Sömürgeler uğruna girişilen
savaşlardan, Fransız halkının payına kurşun yemekten başka düşen bir şey yoktur.
          Lazareff, özellikle gençlerde görülen savaş karşıtı eğilimi açıklarken, “bizler, Fransız gençleri hemen
hepimiz duygulara dayanan bir barışın kurulmasından yanaydık”, demektedir. Yazar bu idealleri
benimsediğini, hayallerini gerçekleştirmek için de 14 yaşında gazetecilik mesleğine atıldığını söylüyor.
Gazeteciliğin hemen her dalında gösterdiği üstün gayretle meslekte hızla yükseldiğini ve zamanla
Paris’in “perde arkası hayatını” yakından nasıl tanıdığını anlatıyor. Barışçılık söylemlerinin ve savaş
karşıtlığının, hayatın tadını çıkarmaya odaklanmış bir nesil ortaya çıkardığını, insanların kendilerini
eğlenceye verdiğini, “koca bir materyalizm dalgasının ahlâk değerlerini silip süpürdüğünü”, söylüyor ve
şöyle ekliyor: “Ahlak kuralları diye bir şey kalmamıştı, mümkün olduğu kadar çabuk para yapmaktan ve
köşe dönmekten başka bir şey konuşulmuyordu”. Günün birinde, bir arkadaşının kendisine, “hayatta
ezenler ve ezilenler vardır, bunlardan birini seçmek gerek” dediğini, bu bakış açısının ve bu gibi
densizliklerin toplumu ideolojik çatışmaya sürüklediğini ve vatandaşlar arasında birbirlerine karşı nefret
tohumları ektiğini söylüyor. Söz konusu sol oluşumların, toplumun içine düştüğü materyalist ortamın da
etkisiyle, Almanlarla barışçıl ilişkiler kurmak istediklerini, bu yoldaki çabalara özellikle gençlerin geniş ilgi
gösterdiğini belirtiyor. Kendisinin de bu gençlerin arasına karıştığını söylüyor. Çünkü o günlerde
Almanya’da da sosyalizm, savaş karşıtlığı ve sosyal demokrasi yükselen değerdi. Hitler sessiz sessiz
çalışarak, bu yönelimleri kendi planları doğrultusuna çekmeye çalışırken, hiç olmazsa başlangıç
aşamasında, ne aydınlar ne de halk, ne ile karşı karşıya olduklarının farkında değildi. Çobanın kavalını
dinleyen koyunlar gibiydiler.
         Lazareff, söz konusu siyasi eğilimi dolayısıyla günün birinde kendini bir Fransız-Alman gençlik            5
tatil kampında bulmuş ve orada Otto Abetz adlı bir Alman genciyle tanışmıştır. Otto, 11 yaşındayken,
babasının Fransızlar tarafından öldürüldüğünü söyleyen bir gençtir. Bu gerçeğin, kendisini Fransız
düşmanı yapmadığını, Fransızcayı bu kederli günlerinde öğrenmeye başladığını, Fransız düşünürlerin
eserlerini okuduğunu, bu sayede Fransızlara yakınlaştığını, onları anladığını, yine bu sayede barışın iki
tarafın birbirini anlamasının tek çıkar yolu olduğunu keşfettiğini söylemektedir. Kampta öyle bir hava
eser ki, katılan gençler, kendilerini Fransa ile Almanya’yı birbirine yaklaştıracak, kalıcı barışı kuracak
tek güç olarak görmeye başlarlar. O kadar tozpembe bir barışçılık söylemine kapılmışlardır ki, ileride
başlarına gelecekleri söyleyen biri çıksaydı bile ona deli derler, belki de hırpalarlardı.
         İşte bu Otto, Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği gün, Hitler tarafından Almanya’nın
Fransa Büyükelçisi olarak ilan edilmiştir. Otto’nun yıllarca barış adına Paris’te aldattığı ve pek de
zorlanmadan kullandığı Fransızlar, onun bir ajan olduğunu sonunda anlamışlardır ama artık çok geçtir.
Fransız gençliği, 1. Dünya Savaşı’nın olağanüstü barbar ortamı ve bezgin muhariplerin anlattıkları öne
sürülerek barışçılık edebiyatı ile kandırılmış ve ülke, 20 yıl sonra, daha önce yendikleri ve kayıtsız
şartsız teslim aldıkları Almanya tarafından, bir uçtan diğerine kurşun atmadan işgal edilmiştir.
          Lazareff’in Alman ordusunun Paris’i işgalinin ilk günleri hakkında söyledikleri çok çok ilginçtir ve
derin dersler içermektedir. İnanılır gibi değil ama Hitler, Paris’e önce bir fahişe ordusu göndermiş. Bunlar
ellerini kollarını sallaya sallaya kente girmişler ve eğlenceye düşkün, hayatın tadını çıkarmayı benimsemiş
Paris erkeklerini baştan çıkarma ve istihbarat toplama işine başlamışlar. Halk penceresinin önünde, önde
zırhlı araçlar ve arkada tam teçhizatlı, eğile eğile yürüyen sıra sıra askerleri ve direnişçilerle girecekleri
çatışmayı beklemektedir. Oysa kenti terk etmeyen bütün Parislilerin pencerede olduğu ve olayları perdeyi
azıcık aralayarak kendilerini fark ettirmeden tribünden izlemeye çalıştıkları, direniş ödevini herkesin
başkasından beklediği birkaç saatin içinde anlaşılır. Bir yazar, Paris garında trenlere önce binebilmek için
birbiriyle itişip kakışan ve son hızla kaçarken yalancıktan mazeretler sıralayan insanları tasvir ederken



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




durumu şöyle özetleyiveriyor: “Benim durumum onlarınkinden farklıydı, ben korktuğum için kaçıyordum.”
         Ne var ki kaçmaya pek gerek yoktur; çünkü Berlin, Parislilerin nasıl davranacağını sanki önceden
biliyormuş gibi, fahişelerin ardından kente propaganda ordusunun görevlilerini göndermiştir. Yani işgali
dünyaya naklen yayınlayacak olan ekibi. Fotoğrafçılar, sinemacılar, radyo yayıncıları, muhabirler vs. Bunlar
Concorde meydanında işe başlamışlar ve film seti hazırlar gibi, alet edevatlarıyla yayılarak çalışmaya
koyulmuşlar. Ortada kendilerini saldırıdan koruyacak hiç Alman asker yoktur ama kimse de onlara kurşun
atmaz. Hiç endişe taşımadan, rahat rahat kameralarını kurarlar ve daha sonra gelecek olanları beklemeye
başlarlar. Hem fahişeler hem de propaganda görevlileri, kendilerine en küçük bir saldırının
olmayacağından gayet emin, sanki Berlin’de çalışıyorlarmış gibi davranmaktadırlar.
        Nihayet, işgal ordusu hava karardıktan sonra harekete geçer. Kente girerler. Onları önceden
gelen fahişe ordusu sanki Parisli kadınlarmış gibi coşkuyla karşılar. Propaganda ordusunun
fotoğrafçıları bu coşkulu karşılama manzarasının fotoğraflarını bol bol çeker, sinemacılar mendilli
karşılama sahnelerini, Alman askerleriyle kol kola giren sözde Fransız kadınlarını kayda alır. Bütün
bunlar, hem Fransa’nın diğer kentlerinin direncini kırmak, hem Almanya’da halkın coşkusuna coşku
katmak, hem de dünyanın geri kalan yerlerinde Almanların ve Hitlerin korkulacak kimseler olmadığını,
uygarlaştırıcı ve kurtarıcı olduklarını anlatmak için propaganda malzemesi olarak kullanılacaktır.
Lazareff, o günleri tasvir ederken, motosikletli bir Alman askerinin aracının lastiğinin patladığını,
askerin aracı kenara çekerek tamir işiyle meşgul olduğunu, bunu gören Fransızların, mahallenin
çocukları gibi, onun etrafını sararak meraklı bakışlarla kendisini izlediklerini, ondan savaş hakkında bir
şeyler öğrenmeye çalıştıklarını anlatır.
          Alman ordusu harekete geçtikten sadece iki saat sonra Eyfel kulesine gelmiş ve üç renkli bayrağı
indirerek gamalı haçı asmıştır. Tabii, sözde Parisli kadınların kameralar önündeki alkış tufanı altında.
Alman askerlerinin kentte tutacakları görev yerlerine gitmeleri için adres verilmiştir. Yollarını bulmak           6
için karşılarına çıkan Parislilere adres sora sora, ellerini kollarını sallaya sallaya görevli oldukları yerlere
tek başlarına giderler. Alman işgal kuvvetlerinin ön cephesinde Fransızca bilen ve güler yüz eğitiminden
geçmiş kimselere görev verilmiştir. Bunlar, yeni egemenleriyle uzlaşmaya eğilimli, önceden zihinleri
barışçılık öğütleriyle çarpıtılmış Parislilerin, yeni durumu kabullenmelerini kolaylaştırmakla görevlidir.
İşgal kuvvetlerinin vitrininde görev alanlar, Paris halkıyla hemen samimi oluvermişlerdir; çünkü
Parislilerin, kendilerini yönetecek yeni güce yanaşmaya çalışacaklarını önceden bilmektedirler. Bu ortam
uzun yılardan beri sürdürülen propagandalarla sağlanmıştır ve başkentin işgali için kendilerine bilgi
sağlayan, yol gösteren işbirlikçiler, ufak tefek menfaatler karşılığında yıllarca onlara çalışmışlardır.
         Lazareff, kitabında işgali kolaylaştıran en büyük etkenin işbirlikçi basın olduğunu anlatmaya
çalışmaktadır ama işbirlikçi olmayan basın organlarının olup olmadığından hiç söz etmez. Kendisi en
kahramanlardan biridir ama bulduğu ilk gemiyle Amerika’ya kaçmıştır. Bildiği ve bizzat şahit olduğu
gerçekleri yazmasının nedeni de Fransa’nın işgalinde basınının ağır sorumluluğunu ortaya koymaktır.
Şöyle yazmış: “Merkezden bütün ülkeye dağılan Paris basını uzun yıllar boyunca işlerini yapmadı…
halkı bile bile aldattı.”
         Bu satırları yazan Paris-Soir gazetesinin en üst düzey yöneticisi olduğuna göre, bu cümlesinde
öne sürdüğü yüz kızartıcı suçlama, gelişmeleri dışarıdan izleyen birinin kızgınlıkla söylediği, gerçeği
yansıtmayan abartılı sözler olarak değerlendirilemez. Yazarın yüz kızartıcı suçlamaları bununla sınırlı
değil. Gazeteler, halk için çalışıyormuş gibi izlenim vererek kendi çirkin işlerini yürütenler tarafından
yönetiliyordu, diyor. Zaman zaman durumu açığa vuran yüksek sesle ithamların duyulduğunu, fakat
çıkarından başka bir şey düşünmeyen yönetici ve patronların, iddia sahibi vatanseverin sözlerini
küçümseyen ve namustan, şereften, vatana hizmetten dem vuran konuşmalar yaparak gerçeklerin
üstünü ustalıkla bir güzel örttüklerini anlatıyor. Birkaç gün sonra ortalık yine sessizliğe bürünüyor ve
gerçeği kimse yaz(a)madığı için halk da nasıl aldatıldıklarını anlayamıyor, barış, demokrasi, özgürlük vs



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




gibi yüksek değerlere hitap eden süslü sözlerin büyüsünden kendini kurtaramıyor. Halkın durumu
aslında şöyle olsa gerek: Eve hırsız giriyor, ev sahibi olayın farkında ama korkuyor, başını yorganın
altına iyice çekiyor ve hırsızın alacağını alıp gittiğinden emin olduktan sonra, hemen fırlıyor ve
pencereyi açıp başlıyor bağırmaya, “hırsız var, devlet nerede”, diye.
         Aslında ünlü yazar Honore de Balzac, 1840’larda kaleme aldığı bir yazısında Fransız halkını
basına karşı uyarmıştır. Uyarı şöyledir: “Halk, birçok gazete olduğuna inanabilir, fakat aslında bir tek
gazete vardır.” Lazareff, Paris basınının ihanetini Balzac’ın işte bu sözlerinden yola çıkarak anlatmaya
başlar. Söz konusu olan “tek gazete” M. Havas adlı bir banker tarafından yönetilmektedir. Havas,
ilkelere pek az saygı duyduğunu saklamayan biridir, birçok hükümet görmüştür, “iş önünde saygıyla
eğilmiş” ve gelip geçen bütün iktidarlara aynı sadakatle hizmet etmiştir. İktidarların değişmesine
rağmen “halka verilmesi gereken istikametin” hep aynı kaldığını öne sürerek kendini savunmaktadır.
Bizde de her taraftan görünmeye çalışarak gemisini yürütenler böyle konuşmuyor mu?
         Havas, hem ilan ve reklam verenleri, hem gazeteleri hem de gazete bayilerini kendine
bağlamış bir kimsedir. Bir ahtapot gibi, sektörü her köşesinden denetimi altına almıştı ve kendi
istediği dışında hiçbir şeye izin vermiyordu. Bir ajansı vardı. Dünyanın her tarafıyla sıkı ilişkiler
kurmuştu. Her memleketin gazetesini herkesten önce o, ya da onun tayin ettiği adamları okurdu.
Habere kavuşmakta zamana o kadar önem verirdi ki, bürosunu Paris’in postane binasının hemen
karşısında kurmuştu. Habere en hızlı erişebilen kişi unvanını kazandığı için bütün gazeteler haberi
ondan satın alırdı. O dönemde Paris’te çıkan 20 kadar gazete ona bağlanmıştı ve karşılığında her biri
ayda 4000 frank ödüyordu. Başka türlü hareket ederlerse çok daha pahalıya mal olmaktaydı. Verimli
bir işbölümü söz konusuydu. Kimse Havas’ın karşısına çık(a)mazdı. Bütün gazete patronları onunla iyi
geçinmek istiyordu. Telgraf icat olmadan önce, kurduğu posta güvercini şebekesiyle Londra’dan 10
saatte, Brüksel’den 4 saatte haber alabilirdi. Her memlekette muhabirleri vardı. Telgraf icat edilince
                                                                                                                  7
güvercin şebekesini bırakıp telgrafla haberleşmeye başladı. Bu icat onun daha da güçlenmesine
yaradı. Onun habere hızlı erişmesi ve haberlerle oynayabilmesi, hükümeti hep endişelendiriyordu.
Küçücük bir haber borsayı alt üst edebilir, hükümeti düşürebilir, bir savaşa bile neden olabilirdi. Bu
yüzden hükümet de onunla anlaşmak zorunda kalmıştı ve Havas’a 30 milyon franka varan miktarlarda
ödemeler yapıyorlardı. Eh bunların yanına bir de Rus hükümetinin Fransa kamuoyunu Osmanlı
karşısında kendi yanına çekmek için ödediği paraları, daha genel olarak ifade edecek olursak, Fransa
kamuoyunu etkilemek isteyen bütün dış güçlerin onun kapısını aşındırdığını da hesaba katmalıyız.
        Bu konuda başka bildiklerimiz -ki bu gibi konulara Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda yer
verdik- banker Havas’ın Yahudi Rothschild’lerin bir kolu olduğunu akla getiriyor. Sırf bu kuşkudan yola
çıkarak, internette konuyla ilgili ipucu araştırdık. Ajans Havas adlı bir kuruluşla karşılaştık. Kurucusu
olarak Charles Louis Havas (1783-1858) adı geçiyor. Kitabın başkahramanlarından M. Havas’a
ulaşamadık. Ama onu ararken Ajans Havas’ın 1944’de Agence Frans-Press’e dönüştüğünü, adını
neredeyse her gün duyduğumuz bu ajansın kurucusunun da Havas ailesi olduğunu anladık. Bu arada
Reuters Ajansı’nın kurucusu olan Yahudi Paul Reuters(1816-1899)’in de Bay Havas’ın çırağını olduğunu
öğrendik. Havas’ın bir çırağı daha var. O da Yahudi. Adı Bernhard Wolff (1811-1879). Almanya’da
National Zeitung’un kurucusu. İnternette onun kısa hayat hikâyesini anlatan sayfada, 2. Dünya Savaşı
ortamında Avrupa’da üç büyük haber ajansı bulunduğunu, bunların Fransa’da Havas (Agence France
Press), İngiltere’de Reuters ve Almanya’da National Zeitung olduğunu öğreniyoruz. Bu kısa araştırma
dünya medyasının Yahudi temelli bir yapılanma altında olduğunu gösterdi. Pierre Lazareff’in M. Havas’
ın hayat hikâyesinden hiç söz etmemesini onun büyük bir eksiği olarak değerlendiriyoruz. Yukarıda adı
geçen Charles Havas’ın oğlu olsa gerek. Lazareff, önsözünde de biraz itiraf ettiği gibi, olayın bazı önemli
noktalarını tam olarak aydınlatmamış. Onun kimliğini de merak ettik ve yine internette araştırdık.
Fransızca yazılmış bir hayat hikâyesini bulduk ve Google’un tercüme programı yardımıyla tercümesini



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




yaptırdık. Meğerse o da Rusya göçmeni bir Yahudi’nin oğluymuş. 1907’de Paris’te dünyaya gelmiş ve
1972’de yine Fransa’da ölmüş. Küçük araştırmamız bizi, bugünkü küresel medyanın 60 yıl önceki Yahudi
patronlarıyla karşılaştırdı. Adı geçen bu kişilerin savaştan sonra hep birlikte televizyon sektörüne
atladıklarını da yine internette karşımıza çıkan dosyalardan öğreniyoruz. Patronlar değişmemiş, üstelik
konumlarını iyiden iyiye güçlendirmişler.
         Lazareff, basının nasıl yapılandığını, kimlerin değirmenine su taşıdığını yeterli açıklıkla
anlatıyor. Verdiği ipuçlarından yararlanarak araştırmayı derinleştirmek bizim elimizde. Yazdıklarına
kısa bir değerlendirme yapmaya kalkışacak olursak, önce, anlattıklarını okudukça ürktüğümü itiraf
etmeliyim. Çünkü 21. yüzyılda bizim medyamız da haberleri Fransa’nın, Amerika’nın ve İngiltere’nin,
Havasların çırakları tarafından kurulmuş olan yukarıda adları geçen ajanslarından satın alıyor. Onların
iyi dediğine iyi diyor, kötü dediğine de kötü diyoruz. İstesek de sorgulayamıyoruz; çünkü haber
bombardımanı altında yaşıyoruz. Eğer haberleri tek tek sorgulamak için duraklayacak olursak, öbür
haberlerin sağanağı altında kalıyoruz.
         Lazareff, etkin bir haber ajansının başında oturanların kendilerini dünyanın da gayri resmi
önderleri gibi gördüklerini anlatıyor. Anlıyoruz ki, Fransız basını gerçekte, 2. Dünya Savaşı öncesinde
ticari kuruluşlardan gelen ilan ve reklam gelirleriyle değil, “görünmez elin” verdiği paralarla, halkın
yüksek çıkarı adına görülmesi ve gösterilmesi gerekenleri görmeyerek ve göstermeyerek, kamuoyunun
dikkatini dağıtarak, ilgisiz noktalara çekerek para kazanıyordu. Basında bütün dalavereciler, mesleğin
havarisi pozu takınarak, yüksek perdeden konuşarak işini yürütüyordu. Yabancı elçiler, sık sık Bay
Havas’ın kapısını çalıyor ve istenen haberlerin çıkması karşılığında para vaat ediyorlardı. Gazete
patronlarından biri böyle bir ithamla karşılaştığında kendini şöyle savunmuştu: “Ben ancak, izlediği
politikayı beğendiğim hükümetlerden para alırım.” Lazareff, söz konusu patronun herkesin içinde böyle
söylemesi üzerine orada bulunanların kendisine hak verdiğini de sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş.
                                                                                                                8
         Bazı gazete patronları o kadar pervasızdı ki, “rezaletten korkuları yoktu”, “yüzlerinde bir
erdem maskesi tutabilmek için” “inanılmaz derecede kıvrak” davranıyorlardı. Patron, borsadaki rakip
guruplardan birinden para alır ve adamları birilerini yüceltici ya da çökertici haberler yaparlardı.
Böylece geleceğini düşünen diğer rakip gurup da anlaşmaya zorlanmış olurdu. Kısacası Fransa basını,
her türlü alçakça oyunu oynamasını bilen uzmanlar tarafından yönetiliyordu. Söz konusu uzmanlar
sözleri gayet ustalıkla kullanıyorlardı ve kolay kolay kendilerini ele vermeyecek kadar zeki insanlardı.
Sadece zeki mi? Zeki ve pişkin, demek daha doğru olur.
         Bütün bunların farkında olan insanlar yok değildi. Mücadele etmiyor da değildiler. Zaman zaman bu
gibi dürüst insanlar bir punduna getirilip zindana tıkılıyor, zaman zaman da gerçek suçlular fazla açık
verdikleri için mecburen hâkim önüne çıkartılıyordu. Lazareff, bu noktada ülkesindeki hukuk rezaletini de
anlatıyor. Herkesin zenginleşmek uğruna birbirini çiğnediği ülkede oluşan ortam, “kuvvet önünde eğilmesini
bilen” hâkimleri de etkilemiştir. Onlar da davaları uzun yıllar sürüncemede bırakarak servet sahibi suçluları
sağmaktaydı. Anlaşıldığı üzere, herkes zenginleşmek için şöyle ya da böyle bir yol bulmuştu.
        Fransa sokakları, Almanya karşısında savaşmış işsiz güçsüz muharipten geçilmiyordu. Bunların
hepsi politikadan dışlanmışlardı. Apaçık görünen bu durumdan yüksek sesle şikâyetçiydiler. Haklarının
yendiğini söylüyorlardı. Terhis edilince, yavrusu elinden çekip alınmış anne gibi, Fransalarının ellerinden
alınmış olduğunu hissediyorlardı. İçin için ağlıyorlardı belki ama kimsenin onlara aldırış ettiği yoktu.
Alman istihbaratı bu hoşnutsuzluğu öğrendi. Hitler damardan girdi. Onlardan büyük bir gurubu
Almanya’ya davet etti. Geldiklerinde onları görkemli törenlerle karşıladı. Onları gayet gereksiz bir savaş
yüzünden bu halde olduklarına ikna etti. Gördükleri yakın ilgiye kanan muharipler geri dönünce
Almanya’nın iyi niyetinden söze başladılar, Hitler’in barış yanlısı olduğunu, dostluğundan emin
olduklarını anlatmaya koyuldular. Davetin verimli geçtiğini gören Almanlar yeni geziler düzenledi.
Muhariplerin yanına yazarları, akademisyenleri ve gazetecileri de eklediler. Gezileri yeni geziler izledi.



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




         Hitler, Fransa’daki bütün etkin güçleri fazla zorlanmadan kafeslemiş, beyinlerine nüfuz
etmişti. Buna GÜMÜŞ KURŞUN deniyor. Kan akıtmadan, yaşarken öldürmeyi ifade eden bu deyimi
kitabımıza ikinci isim olarak koyduk. Kişisel çıkarına odaklanmış toplumların, bir tavşan gibi, havuçla
kapana çekilmeleri her zaman mümkündür, diye düşünüyorum. Nitekim Berlin seyahatinden dönen
devşirilmiş Fransız strateji uzmanları(!), Hitlerin Sovyet yayılması karşısında Fransa’nın önünde kalkan
olduğunu anlatıyor, her geçen gün daha fazla insan bu düşünce seline kapılıyordu. Eğer biri
Almanların Paris’i işgal hazırlığı yaptığını söylerse –çünkü bu, ucu açıkça görünen bir gerçekti- eski
muharipler hemen ortaya atılıyor ve bunun mümkün olmadığını, Almanların dersini yeteri kadar
aldığını, bir daha buna cesaret edemeyeceklerini, 1. Dünya Savaşı’nda nasıl onları püskürtüp zafere
ulaştılarsa aynı işi yine başaracaklarını böbürlene böbürlene anlatıyorlardı. “Cafe” sohbetlerinin
merkezine Hitler’i yerleştirmişlerdi. O olmazsa Almanya Sovyetler karşısında ölürdü. Almanya ölürse
Fransa da ölür, bütün Avrupa Rus boyunduruğu altına girerdi. Fransa’nın güvenliği açısından “tek
ciddi kalkan” Almanya’ydı. Onun lideri Hitler çok büyük adamdı vs.
         Konunun bu yönlerini Fransa’nın İşgal Yılları/Gümüş Kurşun adlı kitabımızda ele aldık. Orada
Alman desteğiyle Fransa’nın başına getirilen Mareşal Petain var. Fransa’nın başına geçmeye çalışan
“çakma Führerler” var. Bir de politikacı örneği olarak Pierre Laval var. Bu adam, Bay Lazareff gibi,
önceleri sosyalist, pasifist, keskin bir barışçı ve savaş karşıtı. Politikadan dışlanmış bir kişi. Öyle bir gün
geliyor ki, kendi siyasi ikbali için kendi halkının düşmanı olduğu açık seçik belli olan Hitler’e sokuluyor
ve onun desteğini alarak işgal altında Fransa’ya başbakan oluyor. Onu Hitler’le bir trende
karşılaştırıyorlar. Görüşmeden sonra basın karşısında havaya giriyor ve şöyle diyor: “İkimiz de aynı
şeyleri hissediyorduk; sonunda yepyeni bir dil, Avrupa‟ca konuşmaya başlamıştık.” Bu sözler bizdeki
BOP eşbaşkanı tartışmalarını çağrıştıran sözler, değil mi?
         Savaş karşıtı-barışçı idealist görünümlü Nazi ajanı Otto Abetz, işgalden önce bütün günlerini               9
gazetecilerin arasında ve sosyete partilerinde gazetecilerle birlikte geçirmeye bakardı. Satılık olanları,
fesatları veya sadece saftirik olanları tespit etmeye çalışırdı. Eğer bir yazar kitaplarının ilgi görmediğini
ve kadir bilmez bir ülkede yaşadığını söyleyecek olursa, onu hemen üstlerine rapor ederdi. Adamın eseri
pek iyi olmasa bile biraz para teklif eden bir Alman yayıncı hemen karşısına çıkarılırdı. Parayla ve şöhret
vaadiyle hormonlanan yazar, bundan sonra Almanya’nın aymaz bir övücüsü kesilirdi. Uyandırmak
isteseniz bile uyandıramazdınız. Paris işgal edilince, kitapçı dükkânlarındaki bütün kitaplara el konmuş,
vitrinlere ve boşaltılan raflara bu gibi işbirlikçi yazarların kitapları dizilmiştir. Fransızlar nasıl düşünmeleri
gerektiğini onlardan öğrensinler diye. Bir milletin beyinlerine bu tarz Gümüş Kurşun atmanın 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra aldığı sistematik biçimi ve yöntemin ne kadar geliştirildiğini ve ne kadar başarılı
olduğunu Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar /Genleriyle Oynanmış Entelektüeller adlı kitabımızda daha
geniş olarak inceledik.
        Alman ajanları, devşirmeyi hedefledikleri sanayicilere yeni kurulacak bir Fransız Alman
şirketine ortak olmalarını önerirdi. Seçilmiş gazeteciler Hitler’in başarılarını görmeleri için Berlin’e
davet edilir, onlara prens muamelesi yapılırdı. Bilim adamlarını devşirmek için konferanslar tertip
ederlerdi. Bu yöntemlerin ne kadar başarılı olduğu o zamanlar o kadar iyi görülmüştür ki, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ABD, bu sayede dünyayı işbirlikçilerle ördüğü bir ağ yardımıyla kafese almıştır.
Savaş sonrası gelişmelerin bu boyutunu da Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda inceledik.
         Dikkatimizi çeken tezgâhlardan biri, politikada başarılı olamamış ve dışlanmış kimselere kanca
atma yöntemleridir. İşgal altında başbakanlığa kadar yükselen Pierre Laval, bunlardan biridir. Bu
gibilerin çevresinde beliren ajanlar, politikada başarılı olamamalarının nedeninin “Fransa’nın
kokuşmuş rejimi” olduğunu söylerlerdi ve eğer kendilerini ispat etmek için yeni bir parti kurmak
isterlerse, onlara her türlü maddi ve manevi desteği vereceklerini vaat ederlerdi. Lazareff, “bu yol
daima başarılı oluyordu… Nazi zehiri Almanya’ya bu yolla akılıyordu”, diyor. Fikirleri bir kenara, -çünkü



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




çıkarcı ortamlarda fikirlere bakan bulunmaz, herkes de birbirinin yalan söylediğini bilir-, aldığı gizli destekle
güçlü imajı verilmiş kişilerin etrafı politikada yükselmeye hevesli zayıf kişilikli insanlar tarafından
hemen kuşatılıyordu. Böyle bir çevre kurabilmiş sözde liderin sırtı kolay kolay yere gelmezdi. Ne kadar
zırvalarsa zırvalasın, ondan politik geleceği adına menfaat beklentisi olan kalabalıklar durumu tevil
edecek bir şeyler bulur söylerdi. Parti bolluğunun nedeni de bu olmalı.
        Lazareff’in şu cümlesinden çok etkilendik doğrusu:
         “Eğer alçaklık olduğunu bile bile yaptığı bir hizmet karşılığı olarak doğrudan doğruya para
alan kimselere hain deniyorsa, Fransızlar arasında bu türlü hainler pek azdı. Otto Abetz‟in suç
ortaklarından biri bile vatanlarını satmak için “tahsisatlı casus” olmuş değildiler, hatta çoğu tam
tersine, Fransa‟nın iyiliği için çalıştıklarına inandırılıyorlardı. Zaten bir politikadan şahsen edilecek
yararlarla, o politikadan vatanın sağlayacağı yararları karıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur.”
         Lazareff, bu sözlerinin hemen ardından, Pastör Enstitüsü’nde biyoloji laboratuarını yöneten
Prof. Fourneau’yu Alman ajanlarının nasıl devşirdiklerini şöyle anlatıyor:
         Ajanlar onunla yaptıkları bir sohbet sırasında, takdir edilmediği duygusunu çok yoğun bir
şekilde yaşadığını anlarlar. Profesör, onlara bilim adamlarının Fransa’da takdir edilmediğini anlatmak
isterken çarpıcı bir örnek vermiştir. Şarkıcı Maurice Chevalier ve radyoaktiviteyi keşfeden Madam
Curie, Fransa’yı aynı gün terk ederek Amerika’ya gitmişlerdir. Basın şarkıcı Chevalier’e sayfalarının
dörtte üçünü ayırmış, Madam Curie’yi ise sadece birkaç satırla geçiştirmişlerdir. Profesörün içine
düştüğü yoğun duygusal bunalımı çözümleyen ajanlar hemen harekete geçerler. Ona ünlü bir Alman
kimyagerler derneğinden davet gönderilir. “Değerli çalışmalarını yakından bildikleri ünlü Fransız
meslektaşlarını” Berlin’de bilimsel bir toplantıya davet etmektedirler. Profesör daveti kabul eder.
Nihayet onun “dehasını” takdir eden birileri çıkmıştır. Berlin garında trenden iner inmez, üst düzey
yetkililer tarafından son model ve gamalı haç taşıyan muhteşem bir otomobille karşılanır ve kentin en               10
lüks oteline götürülür. İhtişamlı bir daireye yerleştirilir ve emrine hizmetçiler verilir. Kapısında
bekleyen bir gazeteci ordusu onun fotoğraflarını çekmiş ve hakkında övgü dolu makaleler yazılmış,
bütün bu çekilenler-yazılanlar getirilip onun önüne konmuştur. Bir zaman sonra profesör Paris’e
döner. İlk demecinde Almanların Fransa’ya karşı çok iyi niyetler beslediğini, Almanların büyük millet
olduğunu, bu rejimle işbirliği yapmanın Fransa’nın yararına olacağını anlatmaya başlar. Almanların ön
ayak olmasıyla Avrupa’da birlik kurulacağını –buna işbirlikçi Fransız basını Yeni Düzen diyordu- ve burada
Fransa’nın yerini şimdiden hazırlamak gerektiğini savunmaktadır. Almanların savaşın sonuna kadar
Fransa’da paravan olarak kullandığı profesör işte bu profesördür. Onlardan sağladığı çıkarı savaş
bittikten sonra koruyabildi mi, bilemiyoruz. Lazareff soruyor: “Kim onun bir hain olduğunu
söyleyebilir?” Bu soruya yetmiş yıl sonra biz cevap vermek istiyoruz: Tarih söyler Bay Lazareff, tarihin
vurduğu damgayı kimse silemez.
         Fransız basınını kendilerine bağlamak isteyen Alman istihbaratı, gazete patronlarının ve
yöneticilerinin karşısına Alman ecza ve kimya şirketlerinin ilan ve reklam görevlilerini çıkartıyordu.
Mesela Bayer bunlardan biriydi. Gazete patronları yüklü ilanlarla elde edilirdi. Rüşvet, çok yüksek ilan
geliri şeklinde ödenirdi. Hitler bu işler için özel olarak bir bankeri görevlendirmişti. Bu banker bir
Yahudi idi. Adı Hirsch olan bu adam Paris’e özel görevle gönderilmişti. Alın size başrolde bir Yahudi
daha! Paraları Fransız gazetelerine bu adam dağıtırdı. Havada uçuşan paraların Alman parası
olduğuna dair ortalıkta bir parmak izi bırakılmazdı. Bay Hirsch, kendini sıkı bir Nazi düşmanı gibi
gösterir, barış havarisi liberal bir entelektüel pozuyla yüksek perdeden atıp tutarak gemisini
yürütürdü. Lafla peynir gemisi yürümez derler ama örnekte görüldüğü şekilde yürür.
        Lazareff, Le Temps gazetesinden özellikle söz ediyor. Bu gazetenin patron ve yöneticilerinin
rezalet çıkmasından korkusu olmadığını, çıkar ilişkilerini son derece pervasızca yürüttüklerini




               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




söylüyor. Bu satırları okuduğumda Osmanlı devletinin son yıllarında bu gazetenin ve benzer Avrupa
gazetelerinin çevirdiği dolaplar aklıma geldi. Demek ki gazeteler yalan dolanla Osmanlı devletinin
yıkılmasına katkıda bulunmakla kalmamış, sonunda kudurmuş ve Fransa’nın Almanya karşısında diz
çökmesinde de rol oynamış.
           Osmanlının yıkılışında Avrupa basınının rolü konusunda yapılmış çeşitli araştırmalar vardır.
Bunlardan anladığımıza göre, Avrupa’nın büyük gazeteleri padişaha resmen başvurur ve tehditle,
aleyhte yazı yazmamak karşılığında para isterlerdi. Bu şekilde çuvallar dolusu para gönderilmiştir.
Aynı şekilde sadrazamlardan, kabineye girebilmek için uğraşan öteki paşalardan da övgü dolu yazılar
döşenmek için para alırlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de “Parayı Veren Düdüğü Çalar”dı.
Mesela 1830’larda, yani Honore de Balzac’ın uyarıcı yazısını yayınlamasından birkaç yıl önce Mehmet
Ali Paşa Avrupa basınının velinimetiydi. İstanbul’a karşı kendi lehine kamuoyu oluşturmak için
Avrupa’da çok para saçtığı bilinmektedir. Eğer para gecikirse, “barbar Türkler” diye başlık atarlardı.
Osmanlı elçileri kendilerine koşa koşa para getirsin diye, “Türkler Avrupa’dan kovulmalı”, diye yazarlardı.
Bugün dillerde dolaşan Türklere yönelik hakaretlerin arkasında, büyük ölçüde Osmanlı yönetiminden haraç
kesmek isteyen Avrupa basını vardır. Önce ürkütürler, sonra da para alarak bir zaman için susarlardı. Bu kez,
rakip gazeteye para verildiğini öğrenen öteki gazete saldırıya geçerdi. Avrupa basın patronları işin kolayını
bulmuştu. Osmanlı’da halkı soyanları soyarlardı. O sıralar Rus çarları da Avrupa basınının velinimetiydi. Türk
yurtlarından topladığı altınları Avrupa’da bozdurur, karşılığında son sistem silahlar alır, Avrupa basınına bol
keseden para dağıtarak Rusya’nın Türk yurtlarının meşru varisi olduğu şeklinde kamuoyu oluşturmaya
çalışırdı. Sonunda Avrasya kıtasının kuzey yarısı, Rus çarlarının ve ardından da Sovyetlerin egemenliği altına
girdi. Artık sıra Batı Avrupa’ya gelmişti.
          Avrupa basınının Rusya’nın güçlenmesinde rüşvet karşılığında çok önemli rolü olmuştur. Son
olarak da Lazareff’den, Fransa’nın Almanya tarafından işgalinde Fransız basınının oynadığı rolü                   11
öğreniyoruz. Yazar, bu konuda en çok Le Temps gazetesinden örnekler veriyor. Gazetenin patronunun,
Panama Kanalı’yla ilgili bir rezaletin kovuşturulduğu günlerde bu olaydan 1 milyon franktan fazla çıkar
sağladığı ortaya çıkmış. Aynı zamanda Le Temps, Rus çarlarından en çok para sızdıran gazete. Gazete, 12
yıllık bir antlaşma yaparak, her yıl ödenecek 150 bin frank karşılığında, Petrograd hükümetinden her yıl
gönderilecek 70 telgrafı gazetesinde yazacak ve kamuoyunu Rusların lehine yönlendirecekti. Gazetenin,
sadece Osmanlı-Rus gerginliğinden değil, Bulgar-Yunan gerginliğinden de her iki taraftan para sızdırarak
yararlandığı anlaşılıyor. Le Temps’in müşterilerinden biri İspanya’nın diktatörü General Riviera idi.
Riviera bir nutkunda Le Temps gazetesiyle olan ilişkisini ve onlara istedikleri gibi yazı yazdırabildiklerini
övünmekle karışık itiraf etti. Rezaletin ortaya çıkması üzerine gazete soğukkanlılığını hiç bozmadı.
Sadece bu ilişkiyi yalanlayan kısa bir yazı yayınladı. Diğer gazeteler, kendileri de aynı yolun yolcusu
olduklarından konuyu deşelemediler. Kapandı gitti. Aslında İspanya, Fransa’nın komşusuydu ve
aralarında özellikle sömürgelerden doğan sorunlar vardı. Gazetenin suçu resmen vatana ihanet
mertebesindeydi. Fakat konunun üzerine giden olmadı. Sonunda Fransız basını Hitler’den para
sızdırmaya koyuldu. Bu kez satılan Fransa idi. Osmanlı yıkılmıştı, çarlar öldürülmüştü. Sovyetlerin onlara
metelik koklattığı yoktu. Ortada para sızdırabilecek Alman, İngiliz ve Amerikan basınından başka kimse
görülmüyordu. Lazareff, kitabını Amerika’da bastığı için ondan İngilizlerden ve Amerikalılardan nasıl
para sızdırdıklarına dair bir bilgi alamıyoruz. Ama başka kaynaklardan Amerikan ve İngiliz basınının da
aynı yolun yolcusu olduğunu bildiğimize göre, Fransız hükümeti kendi basınının ülke aleyhine aldığı
rüşvetlerin kat kat fazlasını ülke menfaatleri doğrultusunda yazılar yazdırabilmek için İngiliz ve Amerikan
gazetelerine ödediğini düşünüyoruz. Bu şu demek oluyor: Basın, her türlü siyasal gerginliğin genellikle
tek kazananı olmaktadır.
         Bu hikâyede anlatılanlardan şu sonuç çıkıyor: Medyanın uluslararası siyasi ve ekonomik krizlerdeki
rolü ve sorumluluğu, dünya çapında ciddiyetle ve derinden araştırılması gereken bir konudur. Bir insanlık



               İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
              www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
             www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com




suçuyla, silahı kalem olan ve hep birlikte kamuoyunun gözü önünde pervasızca duran kravatlı bir suç
örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Bu kapsamlı araştırmanın finansmanını mesela Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti üstlenebilir. Söz konusu araştırmanın sağlıklı bir şekilde yürütülüp yürütülemediği
konusu, sponsorluğunu kimlerin yaptığı konusuyla çok yakından ilişkilidir. TGS’nin gazete patronlarının
cemiyeti olmadığını düşünerek, meslekten gazetecileri bu araştırmaya el atmaya davet ediyoruz.
         Gün geçmiyor ki, basın özgürlüğüne dair nutuk dinlemeyelim. Mesela bu satırların yazıldığı
2011’in son günlerinde Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Türkiye’yi basın özgürlüğü düşmanı olan on
ülkeden biri olarak ilan etti. Listedeki ülkeler arasında Batılı ülkelerden hiçbiri yok. Oysa artık iyice
biliniyor ki, küresel egemenler dünyaya işlerine gelen bir yapı kazandırmak istiyor ve küresel medya
bu yolda en güçlü manipülasyon aracı. Barış ve basın özgürlüğü gibi şirin söylemlerin arkasında
kimlerin olduğunu merak ediyoruz doğrusu. Gerçekten bir barış ve demokrasi ortamı doğması için
hilekârların teşhir edilmesi, uyandırma servisi görevinin layıkıyla yapılması gerekmiyor mu?
        Dikkatimizi çeken diğer bir husus, cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş düzeyde cari açığa
rağmen Batı medyasında Türkiye ekonomisinin iyi yolda olduğunun yazılıp çizilmesi. Hükümet
çevreleri bu haberleri büyük puntolarla bize ulaştırıyor. Günlerce övünüyorlar. Bir başka gün, bir
bakıyorsunuz, Türkiye’yi yerden yere vuran bir başka gazete ortaya çıkıyor. Yazıyı okuduğunuzda dış
politikada onların istediği mecralara çekilmemiz için kaleme alındığını anlıyorsunuz. Ama bu ikinci
gurup haberler yandaş medyada yer bulamıyor. Ülkemizde öyle gazeteler var ki, yıllardan beri ABD
aleyhine tek bir yazı yayınlamadı.
         Fransa’nın yakasını kurtaramadığı, işgale kadar varan tecavüzüne uğradığı, halkı aldatarak
servet yapmayı gözüne koymuş medya güruhundan biz yakamızı nasıl kurtardık? Kurtardık mı? Bir
bilen çıkar diye soralım: Doğru söyleyin bize bizi kimler yönetiyor? Dünyayı kimler yönetiyor? Obama
mı? Sarkozy mi? Merkel mi? Yoksa halktan oy istemeye tenezzül etmeyen çeteler mi? Yoksa sadece              12
maşaları mı seçiyoruz?

                                             




              İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
             www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

Mais conteúdo relacionado

Destaque

2024 State of Marketing Report – by Hubspot
2024 State of Marketing Report – by Hubspot2024 State of Marketing Report – by Hubspot
2024 State of Marketing Report – by HubspotMarius Sescu
 
Everything You Need To Know About ChatGPT
Everything You Need To Know About ChatGPTEverything You Need To Know About ChatGPT
Everything You Need To Know About ChatGPTExpeed Software
 
Product Design Trends in 2024 | Teenage Engineerings
Product Design Trends in 2024 | Teenage EngineeringsProduct Design Trends in 2024 | Teenage Engineerings
Product Design Trends in 2024 | Teenage EngineeringsPixeldarts
 
How Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental Health
How Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental HealthHow Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental Health
How Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental HealthThinkNow
 
AI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdf
AI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdfAI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdf
AI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdfmarketingartwork
 
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024Neil Kimberley
 
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)contently
 
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024Albert Qian
 
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie InsightsSocial Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie InsightsKurio // The Social Media Age(ncy)
 
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024Search Engine Journal
 
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summarySpeakerHub
 
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd Clark Boyd
 
Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next Tessa Mero
 
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search IntentGoogle's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search IntentLily Ray
 
Time Management & Productivity - Best Practices
Time Management & Productivity -  Best PracticesTime Management & Productivity -  Best Practices
Time Management & Productivity - Best PracticesVit Horky
 
The six step guide to practical project management
The six step guide to practical project managementThe six step guide to practical project management
The six step guide to practical project managementMindGenius
 
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...RachelPearson36
 

Destaque (20)

2024 State of Marketing Report – by Hubspot
2024 State of Marketing Report – by Hubspot2024 State of Marketing Report – by Hubspot
2024 State of Marketing Report – by Hubspot
 
Everything You Need To Know About ChatGPT
Everything You Need To Know About ChatGPTEverything You Need To Know About ChatGPT
Everything You Need To Know About ChatGPT
 
Product Design Trends in 2024 | Teenage Engineerings
Product Design Trends in 2024 | Teenage EngineeringsProduct Design Trends in 2024 | Teenage Engineerings
Product Design Trends in 2024 | Teenage Engineerings
 
How Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental Health
How Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental HealthHow Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental Health
How Race, Age and Gender Shape Attitudes Towards Mental Health
 
AI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdf
AI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdfAI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdf
AI Trends in Creative Operations 2024 by Artwork Flow.pdf
 
Skeleton Culture Code
Skeleton Culture CodeSkeleton Culture Code
Skeleton Culture Code
 
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
PEPSICO Presentation to CAGNY Conference Feb 2024
 
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
Content Methodology: A Best Practices Report (Webinar)
 
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
How to Prepare For a Successful Job Search for 2024
 
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie InsightsSocial Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
Social Media Marketing Trends 2024 // The Global Indie Insights
 
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
Trends In Paid Search: Navigating The Digital Landscape In 2024
 
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
5 Public speaking tips from TED - Visualized summary
 
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
ChatGPT and the Future of Work - Clark Boyd
 
Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next Getting into the tech field. what next
Getting into the tech field. what next
 
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search IntentGoogle's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
Google's Just Not That Into You: Understanding Core Updates & Search Intent
 
How to have difficult conversations
How to have difficult conversations How to have difficult conversations
How to have difficult conversations
 
Introduction to Data Science
Introduction to Data ScienceIntroduction to Data Science
Introduction to Data Science
 
Time Management & Productivity - Best Practices
Time Management & Productivity -  Best PracticesTime Management & Productivity -  Best Practices
Time Management & Productivity - Best Practices
 
The six step guide to practical project management
The six step guide to practical project managementThe six step guide to practical project management
The six step guide to practical project management
 
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
 

FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

  • 1. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI? Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkûm olur. Pierre Lazareff, Fransa’da Basın Rezaletleri (1942) Fransa’da İşgal Yılları adlı kitabı yayınlama nedenim İkinci Dünya Savaşı öncesinde Fransa‟nın iç siyasi çekişmelerinin, Türkiye‟ nin 2000‟li yıllardaki siyaset iklimi ile olan paralelliğini göstermekti. Diğer yandan, Türkiye‟de, epeyce etkin tepeden inmeci zihniyetli bir entelektüel zümre, eline geçen her fırsatta Fransa‟yı övüyordu. Söz konusu övgüler kendimi bildim bileli sürmekteydi. Bu çevrelerin Türkiye‟yi küçümseyen ve Fransa‟yı yücelten yazıları, benim de, kendi halkıyla birlik olamamış, bunun ne demek olduğunu ve ne kadar önemli olduğunu kavrayamamış olan bu gibileri küçümsememe yol açıyordu. Elbette ki biz Türkler, uzun zamandır büyük büyük hatalar yapmasaydık, Avrupa karşısında bu kadar gerilere düşmezdik. Ama konu üzerindeki vurguların ortaya atılış biçimi ve öteki toplumları Batı karşısında küçük gören toptancı üslup, söz konusu entelektüellerin ısrarla öne sürdüğü Batının üstünlüğü iddialarının ne ölçüde gerçeklik payı taşıdığını sorgulamama neden oldu. Böylece Fransa‟yı ve tarihini incelemeye başladım. Dört beş kez de Paris seyahatim oldu. Ayrıca 1979-82 yılları arasında çalıştığım Kerkük 1 Ovası Sulama Projesi‟nde denetim şirketi dünya çapında ünlü bir Fransız mühendislik firmasıydı. Söz konusu firmanın mühendisleriyle iş gereği olan yakın temaslarımız sayesinde, onlardan daha ileri düzeyde mesleki temel eğitim aldığımızı, onların 3-5 uzmanla ancak karara bağlayabildikleri konuları bizim mühendislerimizin tek başına çok daha çabuk sonuca götürebildiklerini gördük. Onlar dar alanlarda belki daha derin uzmanlık kazandıran bir eğitim anlayışının ürünüydüler ama hayat, problemlerini üzerimize bütüncül nitelikte, uzmanlığımıza hiç aldırış etmeden gönderiyordu. Onlara da bize de. Bizler farklı farklı alanlarda karşımıza çıkan sorunlara hemen bir çözüm üretme eğilimi taşırken, -çünkü esas işimiz zamana karşı yarıştı- onlar önlerine çıkan soruna elini sürmeden uzmanına havale etmek eğilimine giriyor, böylece sorunlar uzun süre çözümsüz vaziyette askıda kalıyordu. İşi kucaklayış tarzına dair aramızdaki farkı onlar da anladılar. Ama Türk mühendislerinin sergilediği kapasiteyi gizli gizli kabullenmelerine karşılık, bize karşı dozu giderek artan bir üstünlük havasıyla konuşuyorlardı. Üslup, denetim şirketi olmalarının onlara sağladığı avantajın ve müteahhit firma üzerinde sahip oldukları yaptırım gücünün çok ötesindeydi ve zaman içerisinde bu tutumlarını tırmandırdıklarını da görüyorduk. Onlarla İran-Irak Savaşı ortamında siyaset konuştuğumuz da oluyordu. Savaş başlamadan önce bu gibi siyasi içerikli konuşmalar katiyen olmazdı. Bizden savaş ortamında Kerkük‟te olup bitenler hakkında bir İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 2. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com şeyler öğrenmeye çalışırlardı. Saddam Hüseyin‟e toz kondurmuyorlardı. Ortada Saddam‟ı övmeyi gerektirecek bir durumu olmasa bile, bir yolunu bulup onu yere göğe koyamıyorlardı. (Meğerse Bağdat yakınlarındaki Osirak’ta Fransa’nın katkılarıyla bir nükleer santral inşa ediyorlarmış. Bu santral İsrail tarafından bombalanınca Saddam’la Fransa’nın neden sıkı fıkı olduğunu anladık.) Fransız mesai arkadaşlarımızın ağır bir dille eleştirdikleri sadece Humeyni idi. Oysa Humeyni İran‟a Fransa‟dan gönderilmişti ve onun İran halkıyla haberleşmesini düpedüz Fransa örgütlemişti. Humeyni‟nin İran şahını kovmasının Fransa tarafından mümkün hale getirildiğini bilmeyen de yoktu. Buna rağmen bizim ahbaplar her fırsatta İslam fundamantalist İslam‟dan dem vuruyorlardı. Fransa‟nın bu gibilerle Cezayir‟de çok mücadele ettiğini söylüyorlar, kendilerini muharip gazi gibi görüyorlardı. Deşelediğimizde, Cezayir‟de meydana gelen olayları Cezayir halkını uygarlaştırmak için katlanmak zorunda kaldıkları bir fedakârlık örneği olarak anlatıyorlar, orada yaptıkları sistematik katliamları ağızlarına almıyorlardı. Cezayir‟den ve Humeyni‟den örnekler vererek İslamcı fundamantalistlerin “Batı uygarlığını kuşatmak”,“uygarlığın altını oymak” istediklerini söylüyorlardı. Kısacası, tanıdığım Fransızların siyasi fikirleri vıcık vıcıktı, tepeden tırnağa tutarsızdı, gerçeklerle örtüşen bir yanı yoktu. Aynı havayı, yıllar sonra, Soğuk Savaş‟ın sona ermesi dolayısıyla bozulan uluslararası dengeler yüzünden güç duruma düşen Fransa‟nın stratejik sıkıntılarını, kuşku ve korkularını anlatan 2 Alain Minc‟in Yeni Ortaçağ adlı kitabında ve daha sonra Samuel Huntington‟un Medeniyetler Çatışması adlı zırvasında da gördüm. Huntington‟un kitabında, ABD‟yi ziyarete giden Fransa başbakanı Eduard Balladur (1993-1995), Fransa‟nın ötekine bakış açısını masaya resmen şöyle koyuyor: “Bugünkü mesele, farklı değerleriyle bizim altımızı oymaya muktedir olan ülkelerden kendimizi korumak için nasıl organize olacağımızdır?” Demek ki yeni dönemde Fransa‟yı korkutan temel sorun, dünyanın yeniden yapılan(dırıl)ması sırasında Fransa‟nın konu mankeni durumuna düşmesi. Özellikle Afrika‟daki sömürgelerinden ayrılık vakti gelirse Fransa çöker çünkü. Çöküşü önleyemez de; çünkü Katolisizm olarak ifade edilen bir ideolojik bakış açısıyla ötekine her zaman zalim davrana gelmiştir. Egemenliği altındaki ülkelerde yaşamakta olan insanların gönlünde bir yeri yoktur. Neden böyle olduğunu Afrika/Zengin Ama Yoksul adlı kitabımızda büyüteç altına aldık. Dünya kamuoyunun önünde cereyan eden olanca gerçeğe rağmen, Kerkük‟te görüştüğümüz Fransızlar kendilerini insanlığı kurtaracak öğretmenler olarak görüyorlardı. Cezayir‟de eşi benzeri görülmemiş ölçüde soykırım yaptıklarını reddediyorlardı. Hatta konuşmaları zaman zaman sadece kendilerini insan gören bir üsluba kadar gidiyordu. Fundamantalistlerden dem vuruyorlardı ama yeryüzünün bütün insanlarını aşağılamadan sözü bırakmıyorlardı. Fundamantalist olan düpedüz kendileriydi oysa. İşin ilginci, bizdeki, İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 3. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Fransa‟nın yargısını benimsemiş kimselerin söyledikleri de benzer şeylerdi. Söylem belki biraz farklıydı ama satır aralarına dikkatli baktığımızda, bizimkilerin Batılılaşmacı ideolojik kalıba dökerek söylediklerinin, Irak‟ın inşaat şantiyelerinde tanıdığım Fransızların öne sürdüklerinden ve Eduard Balladur ile Samuel Huntington‟un kitaplarında ifade edilenlerden hiç bir farkı yoktu. Mesela kamuoyunda namı iyi bilinen zirzop bir devşirme, Frankfurt‟ta verdiği bir konferansta “Ben kendimi Fransız hissediyorum. Türk erkekleri sarımsak kokuyor”, diyebilmiştir. Böylelerine orada burada konferans verdiren ve ceplerine zarf koyan da AB Lobisidir. –Aşağıdaki tebliğimizde Fransa’nın Almanlar tarafından işgalini hazırlayan benzer tezgâhlardan söz edeceğiz.- Bize karşı kendilerini dev aynasında gören denetim bürosu mühendislerinin itici davranışlarının etkisiyle Fransa‟yı tanıma arzumuz şiddetlendi. Bu sayede kütüphanemizde epey sayıda Fransa‟ yı tanıtan kitabımız oldu. Yayınladığımız çeşitli kitaplarda yeri geldikçe Fransa‟nın tarih sahnesine nasıl çıktığından tutun da uygarlaşma sürecine nasıl girdiğine kadar pek çok konuya el attık ve Fransa ile ilgili arşivimizde bulunan, yararlandığımız kitapları yeri geldikçe tanıttık. Özel olarak Fransa üzerine yayınladığımız Fransa’da İşgal Yılları adlı kitabımız, bu çalışmalarımızın son ürünü oldu. Ne var ki, bunca çalışma sırasında aslında ele geçirmemiz fazla zor olmayan bir kitap daha varmış, ki bunu, bir okuyucumuzun söz konusu 3 kitabımızı okuduktan sonra gönderdiği bir mektup sayesinde öğrendik. Önce kısaca bu kitabın künyesinden bahsetmeliyim. Kitap 1942 yılında, Alman işgali günlerinde Paris‟ten Amerika‟ya kaçan Pierre Lazareff adlı bir üst düzey gazeteci tarafından Amerika‟da kaleme alınmış ve 1945 yılında Şevket Rado tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Daha sonra Tarık Dursun K., kitabın dilini sadeleştirerek yayına hazırlamış ve kitap Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından 1995 yılında yeniden yayınlanmış. Bu tebliğimizde, esas olarak, işte bu kitabın özetini vereceğiz ve bunun yanında söz konusu kitapta yer alan olayların kısa kısa yorumunu da yapacağız. Kitabın adı içeriğini bir çırpıda özetliyor: FRANSA’DA BASIN REZALETLERİ ya da FRANSA’YI ÇÖKERTEN DÖRDÜNCÜ KUVVET.  Tarık Dursun K., önsözde, kitap 1945’de ilk kez yayınlandığı zaman, içinde yer alan olayların Türk gazetecileri tarafından şaşkınlıkla karşılandığını, çünkü o yıllarda Türk basınının henüz büyük sermaye guruplarının eline geçmediğini, gazetelerin patronlarının da meslekten gazeteci olan kimseler olduğunu söylüyor ve şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Bu kitap aracılığında tanığı olacağınız olaylar ve örnekler meslek adına, elbette utanç vericidir. Ama basının kamuya karşı „şövalyelik dönemi‟nin daha o yıllarda son bulduğunun da bir kanıtıdır. İlerleyen teknoloji, toplumların tüketime koşullandırılmaları, sermayenin küreselleşmesi, bugün basını salt „haber veren‟, yanı sıra toplumu uyarıp yönlendiren bir organ olmaktan uzaklaştırmıştır, uzaklaştırmaktadır. Türkiye‟de de basın bir dönem, üstelik uzunca bir dönem, İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 4. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com „şövalyelik‟ini yaşamıştır. O dönemler, haber verme, haberci olma ve haberin kutsal sayıldığı bir dönemdi. Geldi ve geçti. Tıpkı çay-simit gazeteciliğinin bugün Boğaz‟da yalılara, Amerika ve İsviçre‟de villalara, altlarında Jaguarlara sahip gazetecilikle yer değiştirmesi gibi.” Kitabın yazarı Pierre Lazareff, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Paris’te yayınlanan ve tirajı 3 milyonu aşan Paris-Soir gazetesinin yazı işleri müdürüdür. Kitabında Fransa’nın işgal ortamına girişini, bizzat yaşadığı olaylarla örnekleyerek adım adım anlatmaktadır. Kitap 1942 yılında Amerika’da yayınlanırken ülkesi işgal altındaydı. Yazarın hoşumuza giden tarafı, kitabın “Kahrolsun Almanya, Kahrolsun Hitler” gibi bir üsluptan son derece uzak olması ve işgalin suçunu kendilerinde araması. Kitap şöyle bir paragrafla başlıyor: “Bugünkü Fransa [1942], benim bildiğim Fransa‟nın bir negatif fotoğrafını andırıyor. Orada bir zamanlar beyaz olan her şey şimdi kara, bir zamanlar kara olan her şey şimdi beyaz. Savaşa devam edene kaçak, savaşın başından beri düşman değiştirmeyenlere hain, bozgunculara iyi vatandaş, Almanya‟ya hizmet etmek istemeyenlere ise kötü vatandaş deniyor artık.” Fransa’nın nasıl olup da kolayca işgal edildiğinin hikâyesini kitabın çerçevesinin dışına çıkmadan anlatmaya çalışalım. Hatıra gelen mukayeseleri okuyucumuz kendisi yapacaktır. Size tanıdık gelen durumlarla karşılaşırsanız, bu satırların, ülkesinin işgal ediliş biçimini şaşkınlıkla izleyen bir yazar tarafından 1942 yılında yazıldığını akıldan çıkarmayın. Bir örnek olmak üzere, kendisini sosyalist olarak tanımlayan yazarın kitabından bir paragrafı daha verelim: “1918‟e kadar Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı. 1918‟den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine bir dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayali koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun ince ve şeytancaydı. Fakat bu oyuna içeriden paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekememezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar. … Ülke yıkıcılarının kullandığı başlıca silah basın oldu… Paris‟in günlük gazetelerinin dörtte üçü, satın alanlardan birinin deyimiyle, „çok bayağı şekilde‟ satılmıştı. Dörtte biri ise… zaaf, para kazanmak ya da anlayışlık yüzünden işlerini yapmadı.” 4 Lazareff, babası Birinci Dünya Savaşı’nda silâhaltına alındığı için, hayatın ağır yükünü tek başına omuzlayan annesine yardım etmek isterken, Paris’te, ağır bombardıman altında çocuk yaşlarda olgunlaşmış, hayatın sillesini çok sert şekilde erkenden yemiş bir kişidir. Kendi ifadesiyle hayatın yükü omuzlarına çok erken binmiş. Savaşın başlangıcında 7 yaşındaymış. O yaşta uzaklardan el arabasıyla evlerine kömür taşıdığını, annesinin yükünün bir kısmını almaya çalıştığını anlatıyor. Sonunda savaşın kazanıldığını, ağabeyini ve onu okuldan almaya gelen annelerinden öğrenirler. Birlikte Paris sokaklarında coşkun kalabalığa karışırlar ve zaferlerini kutlarlar. Birbirini tanımayan insanlar sevinçle kucaklaşmakta, asker elbisesiyle karşılarına çıkan herkesi omuzlara almaktadır. Fakat bir zaman sonra gerçekle yüz yüze gelirler ve zaferin onlara bir şey kazandırmadığını kavrarlar. Mağlup Almanya’da da, galip Fransa’da da yokluk ve yoksulluk alabildiğine hüküm sürmektedir. Bunun yanında, savaştan sağ dönenler, hep bir ağızdan savaşın kendilerine öğretildiği gibi kahramanlık edebiyatı şeklinde anlatılamayacağını, sadece “top tüccarlarının” çıkarı için savaşıldığını söylemektedir. Yazar acı gerçeği tasvir edebilmek için şöyle de bir örnek verir: Savaş boyunca sivil hedefler bombalanmıştır ama her iki tarafın demir cevheri çıkarılan sahaları düşman tarafından hiç bombalanmamıştır. Meğerse her iki ülkenin genelkurmayı bu konuda gizlice anlaşmışlardır. Sivil hedefleri bombalamamak için anlaşma yapmamışlar ama silah yapabilmek için gerekli maden sahalarının bombalanmaması için söz birliği etmişlerdir. Bir başka gün, savaştan dönen bir asker, Lazareff’e, taarruz emrini alır almaz emri sorgusuz sualsiz yerine getirebilmelerini sağlamak için komutanları tarafından önceden zil zurna sarhoş edildiklerini anlatmıştır. Savaştan dönen askerlerin savaş ortamında yaşadıkları olaylarla ilgili olarak anlattıkları, halkın, silahsızlanmayı savunan sol partilere doğru kaymasına, bu tür partilerin için için güçlenmesine yol açmaktadır. Zafer kazanmış görünen Fransa’nın halkı da nesi var nesi yoksa kaybetmiştir çünkü. Lazareff de bu gibi etkilerle sosyalist partiye meyleder. Çünkü sol partiler milletlere barış tavsiye etmekte, İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 5. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com “sürekli barışın kurulabilmesi için” kararlılıkla görüş açıklamaktadır. Ayrıca halk, savaşın sömürgelerin paylaşılması yüzünden çıktığını bilmektedir. Oysa sömürgelerdeki uçsuz bucaksız planktonlar, sadece son derece sınırlı sayıda sözde asilzadenin servetine servet katmaktadır. Sömürgeler uğruna girişilen savaşlardan, Fransız halkının payına kurşun yemekten başka düşen bir şey yoktur. Lazareff, özellikle gençlerde görülen savaş karşıtı eğilimi açıklarken, “bizler, Fransız gençleri hemen hepimiz duygulara dayanan bir barışın kurulmasından yanaydık”, demektedir. Yazar bu idealleri benimsediğini, hayallerini gerçekleştirmek için de 14 yaşında gazetecilik mesleğine atıldığını söylüyor. Gazeteciliğin hemen her dalında gösterdiği üstün gayretle meslekte hızla yükseldiğini ve zamanla Paris’in “perde arkası hayatını” yakından nasıl tanıdığını anlatıyor. Barışçılık söylemlerinin ve savaş karşıtlığının, hayatın tadını çıkarmaya odaklanmış bir nesil ortaya çıkardığını, insanların kendilerini eğlenceye verdiğini, “koca bir materyalizm dalgasının ahlâk değerlerini silip süpürdüğünü”, söylüyor ve şöyle ekliyor: “Ahlak kuralları diye bir şey kalmamıştı, mümkün olduğu kadar çabuk para yapmaktan ve köşe dönmekten başka bir şey konuşulmuyordu”. Günün birinde, bir arkadaşının kendisine, “hayatta ezenler ve ezilenler vardır, bunlardan birini seçmek gerek” dediğini, bu bakış açısının ve bu gibi densizliklerin toplumu ideolojik çatışmaya sürüklediğini ve vatandaşlar arasında birbirlerine karşı nefret tohumları ektiğini söylüyor. Söz konusu sol oluşumların, toplumun içine düştüğü materyalist ortamın da etkisiyle, Almanlarla barışçıl ilişkiler kurmak istediklerini, bu yoldaki çabalara özellikle gençlerin geniş ilgi gösterdiğini belirtiyor. Kendisinin de bu gençlerin arasına karıştığını söylüyor. Çünkü o günlerde Almanya’da da sosyalizm, savaş karşıtlığı ve sosyal demokrasi yükselen değerdi. Hitler sessiz sessiz çalışarak, bu yönelimleri kendi planları doğrultusuna çekmeye çalışırken, hiç olmazsa başlangıç aşamasında, ne aydınlar ne de halk, ne ile karşı karşıya olduklarının farkında değildi. Çobanın kavalını dinleyen koyunlar gibiydiler. Lazareff, söz konusu siyasi eğilimi dolayısıyla günün birinde kendini bir Fransız-Alman gençlik 5 tatil kampında bulmuş ve orada Otto Abetz adlı bir Alman genciyle tanışmıştır. Otto, 11 yaşındayken, babasının Fransızlar tarafından öldürüldüğünü söyleyen bir gençtir. Bu gerçeğin, kendisini Fransız düşmanı yapmadığını, Fransızcayı bu kederli günlerinde öğrenmeye başladığını, Fransız düşünürlerin eserlerini okuduğunu, bu sayede Fransızlara yakınlaştığını, onları anladığını, yine bu sayede barışın iki tarafın birbirini anlamasının tek çıkar yolu olduğunu keşfettiğini söylemektedir. Kampta öyle bir hava eser ki, katılan gençler, kendilerini Fransa ile Almanya’yı birbirine yaklaştıracak, kalıcı barışı kuracak tek güç olarak görmeye başlarlar. O kadar tozpembe bir barışçılık söylemine kapılmışlardır ki, ileride başlarına gelecekleri söyleyen biri çıksaydı bile ona deli derler, belki de hırpalarlardı. İşte bu Otto, Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği gün, Hitler tarafından Almanya’nın Fransa Büyükelçisi olarak ilan edilmiştir. Otto’nun yıllarca barış adına Paris’te aldattığı ve pek de zorlanmadan kullandığı Fransızlar, onun bir ajan olduğunu sonunda anlamışlardır ama artık çok geçtir. Fransız gençliği, 1. Dünya Savaşı’nın olağanüstü barbar ortamı ve bezgin muhariplerin anlattıkları öne sürülerek barışçılık edebiyatı ile kandırılmış ve ülke, 20 yıl sonra, daha önce yendikleri ve kayıtsız şartsız teslim aldıkları Almanya tarafından, bir uçtan diğerine kurşun atmadan işgal edilmiştir. Lazareff’in Alman ordusunun Paris’i işgalinin ilk günleri hakkında söyledikleri çok çok ilginçtir ve derin dersler içermektedir. İnanılır gibi değil ama Hitler, Paris’e önce bir fahişe ordusu göndermiş. Bunlar ellerini kollarını sallaya sallaya kente girmişler ve eğlenceye düşkün, hayatın tadını çıkarmayı benimsemiş Paris erkeklerini baştan çıkarma ve istihbarat toplama işine başlamışlar. Halk penceresinin önünde, önde zırhlı araçlar ve arkada tam teçhizatlı, eğile eğile yürüyen sıra sıra askerleri ve direnişçilerle girecekleri çatışmayı beklemektedir. Oysa kenti terk etmeyen bütün Parislilerin pencerede olduğu ve olayları perdeyi azıcık aralayarak kendilerini fark ettirmeden tribünden izlemeye çalıştıkları, direniş ödevini herkesin başkasından beklediği birkaç saatin içinde anlaşılır. Bir yazar, Paris garında trenlere önce binebilmek için birbiriyle itişip kakışan ve son hızla kaçarken yalancıktan mazeretler sıralayan insanları tasvir ederken İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 6. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com durumu şöyle özetleyiveriyor: “Benim durumum onlarınkinden farklıydı, ben korktuğum için kaçıyordum.” Ne var ki kaçmaya pek gerek yoktur; çünkü Berlin, Parislilerin nasıl davranacağını sanki önceden biliyormuş gibi, fahişelerin ardından kente propaganda ordusunun görevlilerini göndermiştir. Yani işgali dünyaya naklen yayınlayacak olan ekibi. Fotoğrafçılar, sinemacılar, radyo yayıncıları, muhabirler vs. Bunlar Concorde meydanında işe başlamışlar ve film seti hazırlar gibi, alet edevatlarıyla yayılarak çalışmaya koyulmuşlar. Ortada kendilerini saldırıdan koruyacak hiç Alman asker yoktur ama kimse de onlara kurşun atmaz. Hiç endişe taşımadan, rahat rahat kameralarını kurarlar ve daha sonra gelecek olanları beklemeye başlarlar. Hem fahişeler hem de propaganda görevlileri, kendilerine en küçük bir saldırının olmayacağından gayet emin, sanki Berlin’de çalışıyorlarmış gibi davranmaktadırlar. Nihayet, işgal ordusu hava karardıktan sonra harekete geçer. Kente girerler. Onları önceden gelen fahişe ordusu sanki Parisli kadınlarmış gibi coşkuyla karşılar. Propaganda ordusunun fotoğrafçıları bu coşkulu karşılama manzarasının fotoğraflarını bol bol çeker, sinemacılar mendilli karşılama sahnelerini, Alman askerleriyle kol kola giren sözde Fransız kadınlarını kayda alır. Bütün bunlar, hem Fransa’nın diğer kentlerinin direncini kırmak, hem Almanya’da halkın coşkusuna coşku katmak, hem de dünyanın geri kalan yerlerinde Almanların ve Hitlerin korkulacak kimseler olmadığını, uygarlaştırıcı ve kurtarıcı olduklarını anlatmak için propaganda malzemesi olarak kullanılacaktır. Lazareff, o günleri tasvir ederken, motosikletli bir Alman askerinin aracının lastiğinin patladığını, askerin aracı kenara çekerek tamir işiyle meşgul olduğunu, bunu gören Fransızların, mahallenin çocukları gibi, onun etrafını sararak meraklı bakışlarla kendisini izlediklerini, ondan savaş hakkında bir şeyler öğrenmeye çalıştıklarını anlatır. Alman ordusu harekete geçtikten sadece iki saat sonra Eyfel kulesine gelmiş ve üç renkli bayrağı indirerek gamalı haçı asmıştır. Tabii, sözde Parisli kadınların kameralar önündeki alkış tufanı altında. Alman askerlerinin kentte tutacakları görev yerlerine gitmeleri için adres verilmiştir. Yollarını bulmak 6 için karşılarına çıkan Parislilere adres sora sora, ellerini kollarını sallaya sallaya görevli oldukları yerlere tek başlarına giderler. Alman işgal kuvvetlerinin ön cephesinde Fransızca bilen ve güler yüz eğitiminden geçmiş kimselere görev verilmiştir. Bunlar, yeni egemenleriyle uzlaşmaya eğilimli, önceden zihinleri barışçılık öğütleriyle çarpıtılmış Parislilerin, yeni durumu kabullenmelerini kolaylaştırmakla görevlidir. İşgal kuvvetlerinin vitrininde görev alanlar, Paris halkıyla hemen samimi oluvermişlerdir; çünkü Parislilerin, kendilerini yönetecek yeni güce yanaşmaya çalışacaklarını önceden bilmektedirler. Bu ortam uzun yılardan beri sürdürülen propagandalarla sağlanmıştır ve başkentin işgali için kendilerine bilgi sağlayan, yol gösteren işbirlikçiler, ufak tefek menfaatler karşılığında yıllarca onlara çalışmışlardır. Lazareff, kitabında işgali kolaylaştıran en büyük etkenin işbirlikçi basın olduğunu anlatmaya çalışmaktadır ama işbirlikçi olmayan basın organlarının olup olmadığından hiç söz etmez. Kendisi en kahramanlardan biridir ama bulduğu ilk gemiyle Amerika’ya kaçmıştır. Bildiği ve bizzat şahit olduğu gerçekleri yazmasının nedeni de Fransa’nın işgalinde basınının ağır sorumluluğunu ortaya koymaktır. Şöyle yazmış: “Merkezden bütün ülkeye dağılan Paris basını uzun yıllar boyunca işlerini yapmadı… halkı bile bile aldattı.” Bu satırları yazan Paris-Soir gazetesinin en üst düzey yöneticisi olduğuna göre, bu cümlesinde öne sürdüğü yüz kızartıcı suçlama, gelişmeleri dışarıdan izleyen birinin kızgınlıkla söylediği, gerçeği yansıtmayan abartılı sözler olarak değerlendirilemez. Yazarın yüz kızartıcı suçlamaları bununla sınırlı değil. Gazeteler, halk için çalışıyormuş gibi izlenim vererek kendi çirkin işlerini yürütenler tarafından yönetiliyordu, diyor. Zaman zaman durumu açığa vuran yüksek sesle ithamların duyulduğunu, fakat çıkarından başka bir şey düşünmeyen yönetici ve patronların, iddia sahibi vatanseverin sözlerini küçümseyen ve namustan, şereften, vatana hizmetten dem vuran konuşmalar yaparak gerçeklerin üstünü ustalıkla bir güzel örttüklerini anlatıyor. Birkaç gün sonra ortalık yine sessizliğe bürünüyor ve gerçeği kimse yaz(a)madığı için halk da nasıl aldatıldıklarını anlayamıyor, barış, demokrasi, özgürlük vs İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 7. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com gibi yüksek değerlere hitap eden süslü sözlerin büyüsünden kendini kurtaramıyor. Halkın durumu aslında şöyle olsa gerek: Eve hırsız giriyor, ev sahibi olayın farkında ama korkuyor, başını yorganın altına iyice çekiyor ve hırsızın alacağını alıp gittiğinden emin olduktan sonra, hemen fırlıyor ve pencereyi açıp başlıyor bağırmaya, “hırsız var, devlet nerede”, diye. Aslında ünlü yazar Honore de Balzac, 1840’larda kaleme aldığı bir yazısında Fransız halkını basına karşı uyarmıştır. Uyarı şöyledir: “Halk, birçok gazete olduğuna inanabilir, fakat aslında bir tek gazete vardır.” Lazareff, Paris basınının ihanetini Balzac’ın işte bu sözlerinden yola çıkarak anlatmaya başlar. Söz konusu olan “tek gazete” M. Havas adlı bir banker tarafından yönetilmektedir. Havas, ilkelere pek az saygı duyduğunu saklamayan biridir, birçok hükümet görmüştür, “iş önünde saygıyla eğilmiş” ve gelip geçen bütün iktidarlara aynı sadakatle hizmet etmiştir. İktidarların değişmesine rağmen “halka verilmesi gereken istikametin” hep aynı kaldığını öne sürerek kendini savunmaktadır. Bizde de her taraftan görünmeye çalışarak gemisini yürütenler böyle konuşmuyor mu? Havas, hem ilan ve reklam verenleri, hem gazeteleri hem de gazete bayilerini kendine bağlamış bir kimsedir. Bir ahtapot gibi, sektörü her köşesinden denetimi altına almıştı ve kendi istediği dışında hiçbir şeye izin vermiyordu. Bir ajansı vardı. Dünyanın her tarafıyla sıkı ilişkiler kurmuştu. Her memleketin gazetesini herkesten önce o, ya da onun tayin ettiği adamları okurdu. Habere kavuşmakta zamana o kadar önem verirdi ki, bürosunu Paris’in postane binasının hemen karşısında kurmuştu. Habere en hızlı erişebilen kişi unvanını kazandığı için bütün gazeteler haberi ondan satın alırdı. O dönemde Paris’te çıkan 20 kadar gazete ona bağlanmıştı ve karşılığında her biri ayda 4000 frank ödüyordu. Başka türlü hareket ederlerse çok daha pahalıya mal olmaktaydı. Verimli bir işbölümü söz konusuydu. Kimse Havas’ın karşısına çık(a)mazdı. Bütün gazete patronları onunla iyi geçinmek istiyordu. Telgraf icat olmadan önce, kurduğu posta güvercini şebekesiyle Londra’dan 10 saatte, Brüksel’den 4 saatte haber alabilirdi. Her memlekette muhabirleri vardı. Telgraf icat edilince 7 güvercin şebekesini bırakıp telgrafla haberleşmeye başladı. Bu icat onun daha da güçlenmesine yaradı. Onun habere hızlı erişmesi ve haberlerle oynayabilmesi, hükümeti hep endişelendiriyordu. Küçücük bir haber borsayı alt üst edebilir, hükümeti düşürebilir, bir savaşa bile neden olabilirdi. Bu yüzden hükümet de onunla anlaşmak zorunda kalmıştı ve Havas’a 30 milyon franka varan miktarlarda ödemeler yapıyorlardı. Eh bunların yanına bir de Rus hükümetinin Fransa kamuoyunu Osmanlı karşısında kendi yanına çekmek için ödediği paraları, daha genel olarak ifade edecek olursak, Fransa kamuoyunu etkilemek isteyen bütün dış güçlerin onun kapısını aşındırdığını da hesaba katmalıyız. Bu konuda başka bildiklerimiz -ki bu gibi konulara Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda yer verdik- banker Havas’ın Yahudi Rothschild’lerin bir kolu olduğunu akla getiriyor. Sırf bu kuşkudan yola çıkarak, internette konuyla ilgili ipucu araştırdık. Ajans Havas adlı bir kuruluşla karşılaştık. Kurucusu olarak Charles Louis Havas (1783-1858) adı geçiyor. Kitabın başkahramanlarından M. Havas’a ulaşamadık. Ama onu ararken Ajans Havas’ın 1944’de Agence Frans-Press’e dönüştüğünü, adını neredeyse her gün duyduğumuz bu ajansın kurucusunun da Havas ailesi olduğunu anladık. Bu arada Reuters Ajansı’nın kurucusu olan Yahudi Paul Reuters(1816-1899)’in de Bay Havas’ın çırağını olduğunu öğrendik. Havas’ın bir çırağı daha var. O da Yahudi. Adı Bernhard Wolff (1811-1879). Almanya’da National Zeitung’un kurucusu. İnternette onun kısa hayat hikâyesini anlatan sayfada, 2. Dünya Savaşı ortamında Avrupa’da üç büyük haber ajansı bulunduğunu, bunların Fransa’da Havas (Agence France Press), İngiltere’de Reuters ve Almanya’da National Zeitung olduğunu öğreniyoruz. Bu kısa araştırma dünya medyasının Yahudi temelli bir yapılanma altında olduğunu gösterdi. Pierre Lazareff’in M. Havas’ ın hayat hikâyesinden hiç söz etmemesini onun büyük bir eksiği olarak değerlendiriyoruz. Yukarıda adı geçen Charles Havas’ın oğlu olsa gerek. Lazareff, önsözünde de biraz itiraf ettiği gibi, olayın bazı önemli noktalarını tam olarak aydınlatmamış. Onun kimliğini de merak ettik ve yine internette araştırdık. Fransızca yazılmış bir hayat hikâyesini bulduk ve Google’un tercüme programı yardımıyla tercümesini İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 8. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com yaptırdık. Meğerse o da Rusya göçmeni bir Yahudi’nin oğluymuş. 1907’de Paris’te dünyaya gelmiş ve 1972’de yine Fransa’da ölmüş. Küçük araştırmamız bizi, bugünkü küresel medyanın 60 yıl önceki Yahudi patronlarıyla karşılaştırdı. Adı geçen bu kişilerin savaştan sonra hep birlikte televizyon sektörüne atladıklarını da yine internette karşımıza çıkan dosyalardan öğreniyoruz. Patronlar değişmemiş, üstelik konumlarını iyiden iyiye güçlendirmişler. Lazareff, basının nasıl yapılandığını, kimlerin değirmenine su taşıdığını yeterli açıklıkla anlatıyor. Verdiği ipuçlarından yararlanarak araştırmayı derinleştirmek bizim elimizde. Yazdıklarına kısa bir değerlendirme yapmaya kalkışacak olursak, önce, anlattıklarını okudukça ürktüğümü itiraf etmeliyim. Çünkü 21. yüzyılda bizim medyamız da haberleri Fransa’nın, Amerika’nın ve İngiltere’nin, Havasların çırakları tarafından kurulmuş olan yukarıda adları geçen ajanslarından satın alıyor. Onların iyi dediğine iyi diyor, kötü dediğine de kötü diyoruz. İstesek de sorgulayamıyoruz; çünkü haber bombardımanı altında yaşıyoruz. Eğer haberleri tek tek sorgulamak için duraklayacak olursak, öbür haberlerin sağanağı altında kalıyoruz. Lazareff, etkin bir haber ajansının başında oturanların kendilerini dünyanın da gayri resmi önderleri gibi gördüklerini anlatıyor. Anlıyoruz ki, Fransız basını gerçekte, 2. Dünya Savaşı öncesinde ticari kuruluşlardan gelen ilan ve reklam gelirleriyle değil, “görünmez elin” verdiği paralarla, halkın yüksek çıkarı adına görülmesi ve gösterilmesi gerekenleri görmeyerek ve göstermeyerek, kamuoyunun dikkatini dağıtarak, ilgisiz noktalara çekerek para kazanıyordu. Basında bütün dalavereciler, mesleğin havarisi pozu takınarak, yüksek perdeden konuşarak işini yürütüyordu. Yabancı elçiler, sık sık Bay Havas’ın kapısını çalıyor ve istenen haberlerin çıkması karşılığında para vaat ediyorlardı. Gazete patronlarından biri böyle bir ithamla karşılaştığında kendini şöyle savunmuştu: “Ben ancak, izlediği politikayı beğendiğim hükümetlerden para alırım.” Lazareff, söz konusu patronun herkesin içinde böyle söylemesi üzerine orada bulunanların kendisine hak verdiğini de sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş. 8 Bazı gazete patronları o kadar pervasızdı ki, “rezaletten korkuları yoktu”, “yüzlerinde bir erdem maskesi tutabilmek için” “inanılmaz derecede kıvrak” davranıyorlardı. Patron, borsadaki rakip guruplardan birinden para alır ve adamları birilerini yüceltici ya da çökertici haberler yaparlardı. Böylece geleceğini düşünen diğer rakip gurup da anlaşmaya zorlanmış olurdu. Kısacası Fransa basını, her türlü alçakça oyunu oynamasını bilen uzmanlar tarafından yönetiliyordu. Söz konusu uzmanlar sözleri gayet ustalıkla kullanıyorlardı ve kolay kolay kendilerini ele vermeyecek kadar zeki insanlardı. Sadece zeki mi? Zeki ve pişkin, demek daha doğru olur. Bütün bunların farkında olan insanlar yok değildi. Mücadele etmiyor da değildiler. Zaman zaman bu gibi dürüst insanlar bir punduna getirilip zindana tıkılıyor, zaman zaman da gerçek suçlular fazla açık verdikleri için mecburen hâkim önüne çıkartılıyordu. Lazareff, bu noktada ülkesindeki hukuk rezaletini de anlatıyor. Herkesin zenginleşmek uğruna birbirini çiğnediği ülkede oluşan ortam, “kuvvet önünde eğilmesini bilen” hâkimleri de etkilemiştir. Onlar da davaları uzun yıllar sürüncemede bırakarak servet sahibi suçluları sağmaktaydı. Anlaşıldığı üzere, herkes zenginleşmek için şöyle ya da böyle bir yol bulmuştu. Fransa sokakları, Almanya karşısında savaşmış işsiz güçsüz muharipten geçilmiyordu. Bunların hepsi politikadan dışlanmışlardı. Apaçık görünen bu durumdan yüksek sesle şikâyetçiydiler. Haklarının yendiğini söylüyorlardı. Terhis edilince, yavrusu elinden çekip alınmış anne gibi, Fransalarının ellerinden alınmış olduğunu hissediyorlardı. İçin için ağlıyorlardı belki ama kimsenin onlara aldırış ettiği yoktu. Alman istihbaratı bu hoşnutsuzluğu öğrendi. Hitler damardan girdi. Onlardan büyük bir gurubu Almanya’ya davet etti. Geldiklerinde onları görkemli törenlerle karşıladı. Onları gayet gereksiz bir savaş yüzünden bu halde olduklarına ikna etti. Gördükleri yakın ilgiye kanan muharipler geri dönünce Almanya’nın iyi niyetinden söze başladılar, Hitler’in barış yanlısı olduğunu, dostluğundan emin olduklarını anlatmaya koyuldular. Davetin verimli geçtiğini gören Almanlar yeni geziler düzenledi. Muhariplerin yanına yazarları, akademisyenleri ve gazetecileri de eklediler. Gezileri yeni geziler izledi. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 9. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com Hitler, Fransa’daki bütün etkin güçleri fazla zorlanmadan kafeslemiş, beyinlerine nüfuz etmişti. Buna GÜMÜŞ KURŞUN deniyor. Kan akıtmadan, yaşarken öldürmeyi ifade eden bu deyimi kitabımıza ikinci isim olarak koyduk. Kişisel çıkarına odaklanmış toplumların, bir tavşan gibi, havuçla kapana çekilmeleri her zaman mümkündür, diye düşünüyorum. Nitekim Berlin seyahatinden dönen devşirilmiş Fransız strateji uzmanları(!), Hitlerin Sovyet yayılması karşısında Fransa’nın önünde kalkan olduğunu anlatıyor, her geçen gün daha fazla insan bu düşünce seline kapılıyordu. Eğer biri Almanların Paris’i işgal hazırlığı yaptığını söylerse –çünkü bu, ucu açıkça görünen bir gerçekti- eski muharipler hemen ortaya atılıyor ve bunun mümkün olmadığını, Almanların dersini yeteri kadar aldığını, bir daha buna cesaret edemeyeceklerini, 1. Dünya Savaşı’nda nasıl onları püskürtüp zafere ulaştılarsa aynı işi yine başaracaklarını böbürlene böbürlene anlatıyorlardı. “Cafe” sohbetlerinin merkezine Hitler’i yerleştirmişlerdi. O olmazsa Almanya Sovyetler karşısında ölürdü. Almanya ölürse Fransa da ölür, bütün Avrupa Rus boyunduruğu altına girerdi. Fransa’nın güvenliği açısından “tek ciddi kalkan” Almanya’ydı. Onun lideri Hitler çok büyük adamdı vs. Konunun bu yönlerini Fransa’nın İşgal Yılları/Gümüş Kurşun adlı kitabımızda ele aldık. Orada Alman desteğiyle Fransa’nın başına getirilen Mareşal Petain var. Fransa’nın başına geçmeye çalışan “çakma Führerler” var. Bir de politikacı örneği olarak Pierre Laval var. Bu adam, Bay Lazareff gibi, önceleri sosyalist, pasifist, keskin bir barışçı ve savaş karşıtı. Politikadan dışlanmış bir kişi. Öyle bir gün geliyor ki, kendi siyasi ikbali için kendi halkının düşmanı olduğu açık seçik belli olan Hitler’e sokuluyor ve onun desteğini alarak işgal altında Fransa’ya başbakan oluyor. Onu Hitler’le bir trende karşılaştırıyorlar. Görüşmeden sonra basın karşısında havaya giriyor ve şöyle diyor: “İkimiz de aynı şeyleri hissediyorduk; sonunda yepyeni bir dil, Avrupa‟ca konuşmaya başlamıştık.” Bu sözler bizdeki BOP eşbaşkanı tartışmalarını çağrıştıran sözler, değil mi? Savaş karşıtı-barışçı idealist görünümlü Nazi ajanı Otto Abetz, işgalden önce bütün günlerini 9 gazetecilerin arasında ve sosyete partilerinde gazetecilerle birlikte geçirmeye bakardı. Satılık olanları, fesatları veya sadece saftirik olanları tespit etmeye çalışırdı. Eğer bir yazar kitaplarının ilgi görmediğini ve kadir bilmez bir ülkede yaşadığını söyleyecek olursa, onu hemen üstlerine rapor ederdi. Adamın eseri pek iyi olmasa bile biraz para teklif eden bir Alman yayıncı hemen karşısına çıkarılırdı. Parayla ve şöhret vaadiyle hormonlanan yazar, bundan sonra Almanya’nın aymaz bir övücüsü kesilirdi. Uyandırmak isteseniz bile uyandıramazdınız. Paris işgal edilince, kitapçı dükkânlarındaki bütün kitaplara el konmuş, vitrinlere ve boşaltılan raflara bu gibi işbirlikçi yazarların kitapları dizilmiştir. Fransızlar nasıl düşünmeleri gerektiğini onlardan öğrensinler diye. Bir milletin beyinlerine bu tarz Gümüş Kurşun atmanın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra aldığı sistematik biçimi ve yöntemin ne kadar geliştirildiğini ve ne kadar başarılı olduğunu Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar /Genleriyle Oynanmış Entelektüeller adlı kitabımızda daha geniş olarak inceledik. Alman ajanları, devşirmeyi hedefledikleri sanayicilere yeni kurulacak bir Fransız Alman şirketine ortak olmalarını önerirdi. Seçilmiş gazeteciler Hitler’in başarılarını görmeleri için Berlin’e davet edilir, onlara prens muamelesi yapılırdı. Bilim adamlarını devşirmek için konferanslar tertip ederlerdi. Bu yöntemlerin ne kadar başarılı olduğu o zamanlar o kadar iyi görülmüştür ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, bu sayede dünyayı işbirlikçilerle ördüğü bir ağ yardımıyla kafese almıştır. Savaş sonrası gelişmelerin bu boyutunu da Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda inceledik. Dikkatimizi çeken tezgâhlardan biri, politikada başarılı olamamış ve dışlanmış kimselere kanca atma yöntemleridir. İşgal altında başbakanlığa kadar yükselen Pierre Laval, bunlardan biridir. Bu gibilerin çevresinde beliren ajanlar, politikada başarılı olamamalarının nedeninin “Fransa’nın kokuşmuş rejimi” olduğunu söylerlerdi ve eğer kendilerini ispat etmek için yeni bir parti kurmak isterlerse, onlara her türlü maddi ve manevi desteği vereceklerini vaat ederlerdi. Lazareff, “bu yol daima başarılı oluyordu… Nazi zehiri Almanya’ya bu yolla akılıyordu”, diyor. Fikirleri bir kenara, -çünkü İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 10. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com çıkarcı ortamlarda fikirlere bakan bulunmaz, herkes de birbirinin yalan söylediğini bilir-, aldığı gizli destekle güçlü imajı verilmiş kişilerin etrafı politikada yükselmeye hevesli zayıf kişilikli insanlar tarafından hemen kuşatılıyordu. Böyle bir çevre kurabilmiş sözde liderin sırtı kolay kolay yere gelmezdi. Ne kadar zırvalarsa zırvalasın, ondan politik geleceği adına menfaat beklentisi olan kalabalıklar durumu tevil edecek bir şeyler bulur söylerdi. Parti bolluğunun nedeni de bu olmalı. Lazareff’in şu cümlesinden çok etkilendik doğrusu: “Eğer alçaklık olduğunu bile bile yaptığı bir hizmet karşılığı olarak doğrudan doğruya para alan kimselere hain deniyorsa, Fransızlar arasında bu türlü hainler pek azdı. Otto Abetz‟in suç ortaklarından biri bile vatanlarını satmak için “tahsisatlı casus” olmuş değildiler, hatta çoğu tam tersine, Fransa‟nın iyiliği için çalıştıklarına inandırılıyorlardı. Zaten bir politikadan şahsen edilecek yararlarla, o politikadan vatanın sağlayacağı yararları karıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur.” Lazareff, bu sözlerinin hemen ardından, Pastör Enstitüsü’nde biyoloji laboratuarını yöneten Prof. Fourneau’yu Alman ajanlarının nasıl devşirdiklerini şöyle anlatıyor: Ajanlar onunla yaptıkları bir sohbet sırasında, takdir edilmediği duygusunu çok yoğun bir şekilde yaşadığını anlarlar. Profesör, onlara bilim adamlarının Fransa’da takdir edilmediğini anlatmak isterken çarpıcı bir örnek vermiştir. Şarkıcı Maurice Chevalier ve radyoaktiviteyi keşfeden Madam Curie, Fransa’yı aynı gün terk ederek Amerika’ya gitmişlerdir. Basın şarkıcı Chevalier’e sayfalarının dörtte üçünü ayırmış, Madam Curie’yi ise sadece birkaç satırla geçiştirmişlerdir. Profesörün içine düştüğü yoğun duygusal bunalımı çözümleyen ajanlar hemen harekete geçerler. Ona ünlü bir Alman kimyagerler derneğinden davet gönderilir. “Değerli çalışmalarını yakından bildikleri ünlü Fransız meslektaşlarını” Berlin’de bilimsel bir toplantıya davet etmektedirler. Profesör daveti kabul eder. Nihayet onun “dehasını” takdir eden birileri çıkmıştır. Berlin garında trenden iner inmez, üst düzey yetkililer tarafından son model ve gamalı haç taşıyan muhteşem bir otomobille karşılanır ve kentin en 10 lüks oteline götürülür. İhtişamlı bir daireye yerleştirilir ve emrine hizmetçiler verilir. Kapısında bekleyen bir gazeteci ordusu onun fotoğraflarını çekmiş ve hakkında övgü dolu makaleler yazılmış, bütün bu çekilenler-yazılanlar getirilip onun önüne konmuştur. Bir zaman sonra profesör Paris’e döner. İlk demecinde Almanların Fransa’ya karşı çok iyi niyetler beslediğini, Almanların büyük millet olduğunu, bu rejimle işbirliği yapmanın Fransa’nın yararına olacağını anlatmaya başlar. Almanların ön ayak olmasıyla Avrupa’da birlik kurulacağını –buna işbirlikçi Fransız basını Yeni Düzen diyordu- ve burada Fransa’nın yerini şimdiden hazırlamak gerektiğini savunmaktadır. Almanların savaşın sonuna kadar Fransa’da paravan olarak kullandığı profesör işte bu profesördür. Onlardan sağladığı çıkarı savaş bittikten sonra koruyabildi mi, bilemiyoruz. Lazareff soruyor: “Kim onun bir hain olduğunu söyleyebilir?” Bu soruya yetmiş yıl sonra biz cevap vermek istiyoruz: Tarih söyler Bay Lazareff, tarihin vurduğu damgayı kimse silemez. Fransız basınını kendilerine bağlamak isteyen Alman istihbaratı, gazete patronlarının ve yöneticilerinin karşısına Alman ecza ve kimya şirketlerinin ilan ve reklam görevlilerini çıkartıyordu. Mesela Bayer bunlardan biriydi. Gazete patronları yüklü ilanlarla elde edilirdi. Rüşvet, çok yüksek ilan geliri şeklinde ödenirdi. Hitler bu işler için özel olarak bir bankeri görevlendirmişti. Bu banker bir Yahudi idi. Adı Hirsch olan bu adam Paris’e özel görevle gönderilmişti. Alın size başrolde bir Yahudi daha! Paraları Fransız gazetelerine bu adam dağıtırdı. Havada uçuşan paraların Alman parası olduğuna dair ortalıkta bir parmak izi bırakılmazdı. Bay Hirsch, kendini sıkı bir Nazi düşmanı gibi gösterir, barış havarisi liberal bir entelektüel pozuyla yüksek perdeden atıp tutarak gemisini yürütürdü. Lafla peynir gemisi yürümez derler ama örnekte görüldüğü şekilde yürür. Lazareff, Le Temps gazetesinden özellikle söz ediyor. Bu gazetenin patron ve yöneticilerinin rezalet çıkmasından korkusu olmadığını, çıkar ilişkilerini son derece pervasızca yürüttüklerini İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 11. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com söylüyor. Bu satırları okuduğumda Osmanlı devletinin son yıllarında bu gazetenin ve benzer Avrupa gazetelerinin çevirdiği dolaplar aklıma geldi. Demek ki gazeteler yalan dolanla Osmanlı devletinin yıkılmasına katkıda bulunmakla kalmamış, sonunda kudurmuş ve Fransa’nın Almanya karşısında diz çökmesinde de rol oynamış. Osmanlının yıkılışında Avrupa basınının rolü konusunda yapılmış çeşitli araştırmalar vardır. Bunlardan anladığımıza göre, Avrupa’nın büyük gazeteleri padişaha resmen başvurur ve tehditle, aleyhte yazı yazmamak karşılığında para isterlerdi. Bu şekilde çuvallar dolusu para gönderilmiştir. Aynı şekilde sadrazamlardan, kabineye girebilmek için uğraşan öteki paşalardan da övgü dolu yazılar döşenmek için para alırlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de “Parayı Veren Düdüğü Çalar”dı. Mesela 1830’larda, yani Honore de Balzac’ın uyarıcı yazısını yayınlamasından birkaç yıl önce Mehmet Ali Paşa Avrupa basınının velinimetiydi. İstanbul’a karşı kendi lehine kamuoyu oluşturmak için Avrupa’da çok para saçtığı bilinmektedir. Eğer para gecikirse, “barbar Türkler” diye başlık atarlardı. Osmanlı elçileri kendilerine koşa koşa para getirsin diye, “Türkler Avrupa’dan kovulmalı”, diye yazarlardı. Bugün dillerde dolaşan Türklere yönelik hakaretlerin arkasında, büyük ölçüde Osmanlı yönetiminden haraç kesmek isteyen Avrupa basını vardır. Önce ürkütürler, sonra da para alarak bir zaman için susarlardı. Bu kez, rakip gazeteye para verildiğini öğrenen öteki gazete saldırıya geçerdi. Avrupa basın patronları işin kolayını bulmuştu. Osmanlı’da halkı soyanları soyarlardı. O sıralar Rus çarları da Avrupa basınının velinimetiydi. Türk yurtlarından topladığı altınları Avrupa’da bozdurur, karşılığında son sistem silahlar alır, Avrupa basınına bol keseden para dağıtarak Rusya’nın Türk yurtlarının meşru varisi olduğu şeklinde kamuoyu oluşturmaya çalışırdı. Sonunda Avrasya kıtasının kuzey yarısı, Rus çarlarının ve ardından da Sovyetlerin egemenliği altına girdi. Artık sıra Batı Avrupa’ya gelmişti. Avrupa basınının Rusya’nın güçlenmesinde rüşvet karşılığında çok önemli rolü olmuştur. Son olarak da Lazareff’den, Fransa’nın Almanya tarafından işgalinde Fransız basınının oynadığı rolü 11 öğreniyoruz. Yazar, bu konuda en çok Le Temps gazetesinden örnekler veriyor. Gazetenin patronunun, Panama Kanalı’yla ilgili bir rezaletin kovuşturulduğu günlerde bu olaydan 1 milyon franktan fazla çıkar sağladığı ortaya çıkmış. Aynı zamanda Le Temps, Rus çarlarından en çok para sızdıran gazete. Gazete, 12 yıllık bir antlaşma yaparak, her yıl ödenecek 150 bin frank karşılığında, Petrograd hükümetinden her yıl gönderilecek 70 telgrafı gazetesinde yazacak ve kamuoyunu Rusların lehine yönlendirecekti. Gazetenin, sadece Osmanlı-Rus gerginliğinden değil, Bulgar-Yunan gerginliğinden de her iki taraftan para sızdırarak yararlandığı anlaşılıyor. Le Temps’in müşterilerinden biri İspanya’nın diktatörü General Riviera idi. Riviera bir nutkunda Le Temps gazetesiyle olan ilişkisini ve onlara istedikleri gibi yazı yazdırabildiklerini övünmekle karışık itiraf etti. Rezaletin ortaya çıkması üzerine gazete soğukkanlılığını hiç bozmadı. Sadece bu ilişkiyi yalanlayan kısa bir yazı yayınladı. Diğer gazeteler, kendileri de aynı yolun yolcusu olduklarından konuyu deşelemediler. Kapandı gitti. Aslında İspanya, Fransa’nın komşusuydu ve aralarında özellikle sömürgelerden doğan sorunlar vardı. Gazetenin suçu resmen vatana ihanet mertebesindeydi. Fakat konunun üzerine giden olmadı. Sonunda Fransız basını Hitler’den para sızdırmaya koyuldu. Bu kez satılan Fransa idi. Osmanlı yıkılmıştı, çarlar öldürülmüştü. Sovyetlerin onlara metelik koklattığı yoktu. Ortada para sızdırabilecek Alman, İngiliz ve Amerikan basınından başka kimse görülmüyordu. Lazareff, kitabını Amerika’da bastığı için ondan İngilizlerden ve Amerikalılardan nasıl para sızdırdıklarına dair bir bilgi alamıyoruz. Ama başka kaynaklardan Amerikan ve İngiliz basınının da aynı yolun yolcusu olduğunu bildiğimize göre, Fransız hükümeti kendi basınının ülke aleyhine aldığı rüşvetlerin kat kat fazlasını ülke menfaatleri doğrultusunda yazılar yazdırabilmek için İngiliz ve Amerikan gazetelerine ödediğini düşünüyoruz. Bu şu demek oluyor: Basın, her türlü siyasal gerginliğin genellikle tek kazananı olmaktadır. Bu hikâyede anlatılanlardan şu sonuç çıkıyor: Medyanın uluslararası siyasi ve ekonomik krizlerdeki rolü ve sorumluluğu, dünya çapında ciddiyetle ve derinden araştırılması gereken bir konudur. Bir insanlık İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
  • 12. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com suçuyla, silahı kalem olan ve hep birlikte kamuoyunun gözü önünde pervasızca duran kravatlı bir suç örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Bu kapsamlı araştırmanın finansmanını mesela Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üstlenebilir. Söz konusu araştırmanın sağlıklı bir şekilde yürütülüp yürütülemediği konusu, sponsorluğunu kimlerin yaptığı konusuyla çok yakından ilişkilidir. TGS’nin gazete patronlarının cemiyeti olmadığını düşünerek, meslekten gazetecileri bu araştırmaya el atmaya davet ediyoruz. Gün geçmiyor ki, basın özgürlüğüne dair nutuk dinlemeyelim. Mesela bu satırların yazıldığı 2011’in son günlerinde Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Türkiye’yi basın özgürlüğü düşmanı olan on ülkeden biri olarak ilan etti. Listedeki ülkeler arasında Batılı ülkelerden hiçbiri yok. Oysa artık iyice biliniyor ki, küresel egemenler dünyaya işlerine gelen bir yapı kazandırmak istiyor ve küresel medya bu yolda en güçlü manipülasyon aracı. Barış ve basın özgürlüğü gibi şirin söylemlerin arkasında kimlerin olduğunu merak ediyoruz doğrusu. Gerçekten bir barış ve demokrasi ortamı doğması için hilekârların teşhir edilmesi, uyandırma servisi görevinin layıkıyla yapılması gerekmiyor mu? Dikkatimizi çeken diğer bir husus, cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş düzeyde cari açığa rağmen Batı medyasında Türkiye ekonomisinin iyi yolda olduğunun yazılıp çizilmesi. Hükümet çevreleri bu haberleri büyük puntolarla bize ulaştırıyor. Günlerce övünüyorlar. Bir başka gün, bir bakıyorsunuz, Türkiye’yi yerden yere vuran bir başka gazete ortaya çıkıyor. Yazıyı okuduğunuzda dış politikada onların istediği mecralara çekilmemiz için kaleme alındığını anlıyorsunuz. Ama bu ikinci gurup haberler yandaş medyada yer bulamıyor. Ülkemizde öyle gazeteler var ki, yıllardan beri ABD aleyhine tek bir yazı yayınlamadı. Fransa’nın yakasını kurtaramadığı, işgale kadar varan tecavüzüne uğradığı, halkı aldatarak servet yapmayı gözüne koymuş medya güruhundan biz yakamızı nasıl kurtardık? Kurtardık mı? Bir bilen çıkar diye soralım: Doğru söyleyin bize bizi kimler yönetiyor? Dünyayı kimler yönetiyor? Obama mı? Sarkozy mi? Merkel mi? Yoksa halktan oy istemeye tenezzül etmeyen çeteler mi? Yoksa sadece 12 maşaları mı seçiyoruz?  İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com