Beginners Guide to TikTok for Search - Rachel Pearson - We are Tilt __ Bright...
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
1. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?
Demokratik bir rejimde basın yalan
söylerse rejim de ölüme mahkûm olur.
Pierre Lazareff, Fransa’da Basın Rezaletleri (1942)
Fransa’da İşgal Yılları adlı kitabı yayınlama nedenim İkinci
Dünya Savaşı öncesinde Fransa‟nın iç siyasi çekişmelerinin, Türkiye‟
nin 2000‟li yıllardaki siyaset iklimi ile olan paralelliğini göstermekti.
Diğer yandan, Türkiye‟de, epeyce etkin tepeden inmeci zihniyetli bir
entelektüel zümre, eline geçen her fırsatta Fransa‟yı övüyordu. Söz
konusu övgüler kendimi bildim bileli sürmekteydi. Bu çevrelerin
Türkiye‟yi küçümseyen ve Fransa‟yı yücelten yazıları, benim de, kendi
halkıyla birlik olamamış, bunun ne demek olduğunu ve ne kadar
önemli olduğunu kavrayamamış olan bu gibileri küçümsememe yol
açıyordu. Elbette ki biz Türkler, uzun zamandır büyük büyük hatalar
yapmasaydık, Avrupa karşısında bu kadar gerilere düşmezdik. Ama
konu üzerindeki vurguların ortaya atılış biçimi ve öteki toplumları
Batı karşısında küçük gören toptancı üslup, söz konusu
entelektüellerin ısrarla öne sürdüğü Batının üstünlüğü iddialarının ne
ölçüde gerçeklik payı taşıdığını sorgulamama neden oldu. Böylece
Fransa‟yı ve tarihini incelemeye başladım. Dört beş kez de Paris
seyahatim oldu. Ayrıca 1979-82 yılları arasında çalıştığım Kerkük
1
Ovası Sulama Projesi‟nde denetim şirketi dünya çapında ünlü bir
Fransız mühendislik firmasıydı. Söz konusu firmanın mühendisleriyle
iş gereği olan yakın temaslarımız sayesinde, onlardan daha ileri
düzeyde mesleki temel eğitim aldığımızı, onların 3-5 uzmanla ancak
karara bağlayabildikleri konuları bizim mühendislerimizin tek başına
çok daha çabuk sonuca götürebildiklerini gördük. Onlar dar
alanlarda belki daha derin uzmanlık kazandıran bir eğitim anlayışının
ürünüydüler ama hayat, problemlerini üzerimize bütüncül nitelikte,
uzmanlığımıza hiç aldırış etmeden gönderiyordu. Onlara da bize de.
Bizler farklı farklı alanlarda karşımıza çıkan sorunlara hemen bir
çözüm üretme eğilimi taşırken, -çünkü esas işimiz zamana karşı yarıştı-
onlar önlerine çıkan soruna elini sürmeden uzmanına havale etmek
eğilimine giriyor, böylece sorunlar uzun süre çözümsüz vaziyette
askıda kalıyordu. İşi kucaklayış tarzına dair aramızdaki farkı onlar da
anladılar. Ama Türk mühendislerinin sergilediği kapasiteyi gizli gizli
kabullenmelerine karşılık, bize karşı dozu giderek artan bir üstünlük
havasıyla konuşuyorlardı. Üslup, denetim şirketi olmalarının onlara
sağladığı avantajın ve müteahhit firma üzerinde sahip oldukları
yaptırım gücünün çok ötesindeydi ve zaman içerisinde bu tutumlarını
tırmandırdıklarını da görüyorduk.
Onlarla İran-Irak Savaşı ortamında siyaset konuştuğumuz da
oluyordu. Savaş başlamadan önce bu gibi siyasi içerikli konuşmalar katiyen
olmazdı. Bizden savaş ortamında Kerkük‟te olup bitenler hakkında bir
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
2. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
şeyler öğrenmeye çalışırlardı. Saddam Hüseyin‟e toz kondurmuyorlardı.
Ortada Saddam‟ı övmeyi gerektirecek bir durumu olmasa bile, bir yolunu
bulup onu yere göğe koyamıyorlardı. (Meğerse Bağdat yakınlarındaki Osirak’ta
Fransa’nın katkılarıyla bir nükleer santral inşa ediyorlarmış. Bu santral İsrail
tarafından bombalanınca Saddam’la Fransa’nın neden sıkı fıkı olduğunu anladık.)
Fransız mesai arkadaşlarımızın ağır bir dille eleştirdikleri sadece Humeyni
idi. Oysa Humeyni İran‟a Fransa‟dan gönderilmişti ve onun İran halkıyla
haberleşmesini düpedüz Fransa örgütlemişti. Humeyni‟nin İran şahını
kovmasının Fransa tarafından mümkün hale getirildiğini bilmeyen de
yoktu. Buna rağmen bizim ahbaplar her fırsatta İslam fundamantalist
İslam‟dan dem vuruyorlardı. Fransa‟nın bu gibilerle Cezayir‟de çok
mücadele ettiğini söylüyorlar, kendilerini muharip gazi gibi
görüyorlardı. Deşelediğimizde, Cezayir‟de meydana gelen olayları
Cezayir halkını uygarlaştırmak için katlanmak zorunda kaldıkları bir
fedakârlık örneği olarak anlatıyorlar, orada yaptıkları sistematik
katliamları ağızlarına almıyorlardı. Cezayir‟den ve Humeyni‟den
örnekler vererek İslamcı fundamantalistlerin “Batı uygarlığını
kuşatmak”,“uygarlığın altını oymak” istediklerini söylüyorlardı.
Kısacası, tanıdığım Fransızların siyasi fikirleri vıcık vıcıktı, tepeden
tırnağa tutarsızdı, gerçeklerle örtüşen bir yanı yoktu.
Aynı havayı, yıllar sonra, Soğuk Savaş‟ın sona ermesi
dolayısıyla bozulan uluslararası dengeler yüzünden güç duruma
düşen Fransa‟nın stratejik sıkıntılarını, kuşku ve korkularını anlatan
2
Alain Minc‟in Yeni Ortaçağ adlı kitabında ve daha sonra Samuel
Huntington‟un Medeniyetler Çatışması adlı zırvasında da gördüm.
Huntington‟un kitabında, ABD‟yi ziyarete giden Fransa başbakanı
Eduard Balladur (1993-1995), Fransa‟nın ötekine bakış açısını masaya
resmen şöyle koyuyor: “Bugünkü mesele, farklı değerleriyle bizim
altımızı oymaya muktedir olan ülkelerden kendimizi korumak için nasıl
organize olacağımızdır?” Demek ki yeni dönemde Fransa‟yı korkutan
temel sorun, dünyanın yeniden yapılan(dırıl)ması sırasında
Fransa‟nın konu mankeni durumuna düşmesi. Özellikle Afrika‟daki
sömürgelerinden ayrılık vakti gelirse Fransa çöker çünkü. Çöküşü
önleyemez de; çünkü Katolisizm olarak ifade edilen bir ideolojik bakış
açısıyla ötekine her zaman zalim davrana gelmiştir. Egemenliği
altındaki ülkelerde yaşamakta olan insanların gönlünde bir yeri
yoktur. Neden böyle olduğunu Afrika/Zengin Ama Yoksul adlı
kitabımızda büyüteç altına aldık.
Dünya kamuoyunun önünde cereyan eden olanca gerçeğe
rağmen, Kerkük‟te görüştüğümüz Fransızlar kendilerini insanlığı
kurtaracak öğretmenler olarak görüyorlardı. Cezayir‟de eşi benzeri
görülmemiş ölçüde soykırım yaptıklarını reddediyorlardı. Hatta
konuşmaları zaman zaman sadece kendilerini insan gören bir üsluba
kadar gidiyordu. Fundamantalistlerden dem vuruyorlardı ama
yeryüzünün bütün insanlarını aşağılamadan sözü bırakmıyorlardı.
Fundamantalist olan düpedüz kendileriydi oysa. İşin ilginci, bizdeki,
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
3. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
Fransa‟nın yargısını benimsemiş kimselerin söyledikleri de benzer
şeylerdi. Söylem belki biraz farklıydı ama satır aralarına dikkatli
baktığımızda, bizimkilerin Batılılaşmacı ideolojik kalıba dökerek
söylediklerinin, Irak‟ın inşaat şantiyelerinde tanıdığım Fransızların öne
sürdüklerinden ve Eduard Balladur ile Samuel Huntington‟un
kitaplarında ifade edilenlerden hiç bir farkı yoktu. Mesela kamuoyunda
namı iyi bilinen zirzop bir devşirme, Frankfurt‟ta verdiği bir
konferansta “Ben kendimi Fransız hissediyorum. Türk erkekleri
sarımsak kokuyor”, diyebilmiştir. Böylelerine orada burada konferans
verdiren ve ceplerine zarf koyan da AB Lobisidir. –Aşağıdaki
tebliğimizde Fransa’nın Almanlar tarafından işgalini hazırlayan benzer
tezgâhlardan söz edeceğiz.-
Bize karşı kendilerini dev aynasında gören denetim bürosu
mühendislerinin itici davranışlarının etkisiyle Fransa‟yı tanıma
arzumuz şiddetlendi. Bu sayede kütüphanemizde epey sayıda Fransa‟
yı tanıtan kitabımız oldu. Yayınladığımız çeşitli kitaplarda yeri
geldikçe Fransa‟nın tarih sahnesine nasıl çıktığından tutun da
uygarlaşma sürecine nasıl girdiğine kadar pek çok konuya el attık ve
Fransa ile ilgili arşivimizde bulunan, yararlandığımız kitapları yeri
geldikçe tanıttık. Özel olarak Fransa üzerine yayınladığımız Fransa’da
İşgal Yılları adlı kitabımız, bu çalışmalarımızın son ürünü oldu. Ne
var ki, bunca çalışma sırasında aslında ele geçirmemiz fazla zor
olmayan bir kitap daha varmış, ki bunu, bir okuyucumuzun söz konusu
3
kitabımızı okuduktan sonra gönderdiği bir mektup sayesinde öğrendik.
Önce kısaca bu kitabın künyesinden bahsetmeliyim.
Kitap 1942 yılında, Alman işgali günlerinde Paris‟ten
Amerika‟ya kaçan Pierre Lazareff adlı bir üst düzey gazeteci
tarafından Amerika‟da kaleme alınmış ve 1945 yılında Şevket Rado
tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Daha sonra Tarık Dursun K.,
kitabın dilini sadeleştirerek yayına hazırlamış ve kitap Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti tarafından 1995 yılında yeniden yayınlanmış.
Bu tebliğimizde, esas olarak, işte bu kitabın özetini vereceğiz
ve bunun yanında söz konusu kitapta yer alan olayların kısa kısa
yorumunu da yapacağız. Kitabın adı içeriğini bir çırpıda özetliyor:
FRANSA’DA BASIN REZALETLERİ ya da FRANSA’YI ÇÖKERTEN
DÖRDÜNCÜ KUVVET.
Tarık Dursun K., önsözde, kitap 1945’de ilk kez yayınlandığı zaman, içinde yer alan olayların
Türk gazetecileri tarafından şaşkınlıkla karşılandığını, çünkü o yıllarda Türk basınının henüz büyük
sermaye guruplarının eline geçmediğini, gazetelerin patronlarının da meslekten gazeteci olan
kimseler olduğunu söylüyor ve şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Bu kitap aracılığında tanığı olacağınız
olaylar ve örnekler meslek adına, elbette utanç vericidir. Ama basının kamuya karşı „şövalyelik dönemi‟nin
daha o yıllarda son bulduğunun da bir kanıtıdır. İlerleyen teknoloji, toplumların tüketime koşullandırılmaları,
sermayenin küreselleşmesi, bugün basını salt „haber veren‟, yanı sıra toplumu uyarıp yönlendiren bir organ
olmaktan uzaklaştırmıştır, uzaklaştırmaktadır. Türkiye‟de de basın bir dönem, üstelik uzunca bir dönem,
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
4. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
„şövalyelik‟ini yaşamıştır. O dönemler, haber verme, haberci olma ve haberin kutsal sayıldığı bir dönemdi.
Geldi ve geçti. Tıpkı çay-simit gazeteciliğinin bugün Boğaz‟da yalılara, Amerika ve İsviçre‟de villalara,
altlarında Jaguarlara sahip gazetecilikle yer değiştirmesi gibi.”
Kitabın yazarı Pierre Lazareff, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Paris’te yayınlanan ve tirajı 3
milyonu aşan Paris-Soir gazetesinin yazı işleri müdürüdür. Kitabında Fransa’nın işgal ortamına girişini,
bizzat yaşadığı olaylarla örnekleyerek adım adım anlatmaktadır. Kitap 1942 yılında Amerika’da
yayınlanırken ülkesi işgal altındaydı. Yazarın hoşumuza giden tarafı, kitabın “Kahrolsun Almanya,
Kahrolsun Hitler” gibi bir üsluptan son derece uzak olması ve işgalin suçunu kendilerinde araması. Kitap
şöyle bir paragrafla başlıyor: “Bugünkü Fransa [1942], benim bildiğim Fransa‟nın bir negatif fotoğrafını
andırıyor. Orada bir zamanlar beyaz olan her şey şimdi kara, bir zamanlar kara olan her şey şimdi
beyaz. Savaşa devam edene kaçak, savaşın başından beri düşman değiştirmeyenlere hain, bozgunculara
iyi vatandaş, Almanya‟ya hizmet etmek istemeyenlere ise kötü vatandaş deniyor artık.”
Fransa’nın nasıl olup da kolayca işgal edildiğinin hikâyesini kitabın çerçevesinin dışına
çıkmadan anlatmaya çalışalım. Hatıra gelen mukayeseleri okuyucumuz kendisi yapacaktır. Size tanıdık
gelen durumlarla karşılaşırsanız, bu satırların, ülkesinin işgal ediliş biçimini şaşkınlıkla izleyen bir yazar
tarafından 1942 yılında yazıldığını akıldan çıkarmayın. Bir örnek olmak üzere, kendisini sosyalist
olarak tanımlayan yazarın kitabından bir paragrafı daha verelim: “1918‟e kadar Fransızlar cumhuriyete
inanıyorlardı. 1918‟den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine bir dokunuşta
dağılıverecek bir demokrasi hayali koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun
ince ve şeytancaydı. Fakat bu oyuna içeriden paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün
çekememezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar. … Ülke yıkıcılarının kullandığı başlıca
silah basın oldu… Paris‟in günlük gazetelerinin dörtte üçü, satın alanlardan birinin deyimiyle, „çok bayağı
şekilde‟ satılmıştı. Dörtte biri ise… zaaf, para kazanmak ya da anlayışlık yüzünden işlerini yapmadı.” 4
Lazareff, babası Birinci Dünya Savaşı’nda silâhaltına alındığı için, hayatın ağır yükünü tek
başına omuzlayan annesine yardım etmek isterken, Paris’te, ağır bombardıman altında çocuk
yaşlarda olgunlaşmış, hayatın sillesini çok sert şekilde erkenden yemiş bir kişidir. Kendi ifadesiyle
hayatın yükü omuzlarına çok erken binmiş. Savaşın başlangıcında 7 yaşındaymış. O yaşta uzaklardan
el arabasıyla evlerine kömür taşıdığını, annesinin yükünün bir kısmını almaya çalıştığını anlatıyor.
Sonunda savaşın kazanıldığını, ağabeyini ve onu okuldan almaya gelen annelerinden öğrenirler.
Birlikte Paris sokaklarında coşkun kalabalığa karışırlar ve zaferlerini kutlarlar. Birbirini tanımayan
insanlar sevinçle kucaklaşmakta, asker elbisesiyle karşılarına çıkan herkesi omuzlara almaktadır.
Fakat bir zaman sonra gerçekle yüz yüze gelirler ve zaferin onlara bir şey kazandırmadığını
kavrarlar. Mağlup Almanya’da da, galip Fransa’da da yokluk ve yoksulluk alabildiğine hüküm
sürmektedir. Bunun yanında, savaştan sağ dönenler, hep bir ağızdan savaşın kendilerine öğretildiği
gibi kahramanlık edebiyatı şeklinde anlatılamayacağını, sadece “top tüccarlarının” çıkarı için
savaşıldığını söylemektedir. Yazar acı gerçeği tasvir edebilmek için şöyle de bir örnek verir: Savaş boyunca
sivil hedefler bombalanmıştır ama her iki tarafın demir cevheri çıkarılan sahaları düşman tarafından
hiç bombalanmamıştır. Meğerse her iki ülkenin genelkurmayı bu konuda gizlice anlaşmışlardır. Sivil
hedefleri bombalamamak için anlaşma yapmamışlar ama silah yapabilmek için gerekli maden
sahalarının bombalanmaması için söz birliği etmişlerdir. Bir başka gün, savaştan dönen bir asker,
Lazareff’e, taarruz emrini alır almaz emri sorgusuz sualsiz yerine getirebilmelerini sağlamak için
komutanları tarafından önceden zil zurna sarhoş edildiklerini anlatmıştır.
Savaştan dönen askerlerin savaş ortamında yaşadıkları olaylarla ilgili olarak anlattıkları, halkın,
silahsızlanmayı savunan sol partilere doğru kaymasına, bu tür partilerin için için güçlenmesine yol
açmaktadır. Zafer kazanmış görünen Fransa’nın halkı da nesi var nesi yoksa kaybetmiştir çünkü. Lazareff
de bu gibi etkilerle sosyalist partiye meyleder. Çünkü sol partiler milletlere barış tavsiye etmekte,
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
5. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
“sürekli barışın kurulabilmesi için” kararlılıkla görüş açıklamaktadır. Ayrıca halk, savaşın sömürgelerin
paylaşılması yüzünden çıktığını bilmektedir. Oysa sömürgelerdeki uçsuz bucaksız planktonlar, sadece
son derece sınırlı sayıda sözde asilzadenin servetine servet katmaktadır. Sömürgeler uğruna girişilen
savaşlardan, Fransız halkının payına kurşun yemekten başka düşen bir şey yoktur.
Lazareff, özellikle gençlerde görülen savaş karşıtı eğilimi açıklarken, “bizler, Fransız gençleri hemen
hepimiz duygulara dayanan bir barışın kurulmasından yanaydık”, demektedir. Yazar bu idealleri
benimsediğini, hayallerini gerçekleştirmek için de 14 yaşında gazetecilik mesleğine atıldığını söylüyor.
Gazeteciliğin hemen her dalında gösterdiği üstün gayretle meslekte hızla yükseldiğini ve zamanla
Paris’in “perde arkası hayatını” yakından nasıl tanıdığını anlatıyor. Barışçılık söylemlerinin ve savaş
karşıtlığının, hayatın tadını çıkarmaya odaklanmış bir nesil ortaya çıkardığını, insanların kendilerini
eğlenceye verdiğini, “koca bir materyalizm dalgasının ahlâk değerlerini silip süpürdüğünü”, söylüyor ve
şöyle ekliyor: “Ahlak kuralları diye bir şey kalmamıştı, mümkün olduğu kadar çabuk para yapmaktan ve
köşe dönmekten başka bir şey konuşulmuyordu”. Günün birinde, bir arkadaşının kendisine, “hayatta
ezenler ve ezilenler vardır, bunlardan birini seçmek gerek” dediğini, bu bakış açısının ve bu gibi
densizliklerin toplumu ideolojik çatışmaya sürüklediğini ve vatandaşlar arasında birbirlerine karşı nefret
tohumları ektiğini söylüyor. Söz konusu sol oluşumların, toplumun içine düştüğü materyalist ortamın da
etkisiyle, Almanlarla barışçıl ilişkiler kurmak istediklerini, bu yoldaki çabalara özellikle gençlerin geniş ilgi
gösterdiğini belirtiyor. Kendisinin de bu gençlerin arasına karıştığını söylüyor. Çünkü o günlerde
Almanya’da da sosyalizm, savaş karşıtlığı ve sosyal demokrasi yükselen değerdi. Hitler sessiz sessiz
çalışarak, bu yönelimleri kendi planları doğrultusuna çekmeye çalışırken, hiç olmazsa başlangıç
aşamasında, ne aydınlar ne de halk, ne ile karşı karşıya olduklarının farkında değildi. Çobanın kavalını
dinleyen koyunlar gibiydiler.
Lazareff, söz konusu siyasi eğilimi dolayısıyla günün birinde kendini bir Fransız-Alman gençlik 5
tatil kampında bulmuş ve orada Otto Abetz adlı bir Alman genciyle tanışmıştır. Otto, 11 yaşındayken,
babasının Fransızlar tarafından öldürüldüğünü söyleyen bir gençtir. Bu gerçeğin, kendisini Fransız
düşmanı yapmadığını, Fransızcayı bu kederli günlerinde öğrenmeye başladığını, Fransız düşünürlerin
eserlerini okuduğunu, bu sayede Fransızlara yakınlaştığını, onları anladığını, yine bu sayede barışın iki
tarafın birbirini anlamasının tek çıkar yolu olduğunu keşfettiğini söylemektedir. Kampta öyle bir hava
eser ki, katılan gençler, kendilerini Fransa ile Almanya’yı birbirine yaklaştıracak, kalıcı barışı kuracak
tek güç olarak görmeye başlarlar. O kadar tozpembe bir barışçılık söylemine kapılmışlardır ki, ileride
başlarına gelecekleri söyleyen biri çıksaydı bile ona deli derler, belki de hırpalarlardı.
İşte bu Otto, Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği gün, Hitler tarafından Almanya’nın
Fransa Büyükelçisi olarak ilan edilmiştir. Otto’nun yıllarca barış adına Paris’te aldattığı ve pek de
zorlanmadan kullandığı Fransızlar, onun bir ajan olduğunu sonunda anlamışlardır ama artık çok geçtir.
Fransız gençliği, 1. Dünya Savaşı’nın olağanüstü barbar ortamı ve bezgin muhariplerin anlattıkları öne
sürülerek barışçılık edebiyatı ile kandırılmış ve ülke, 20 yıl sonra, daha önce yendikleri ve kayıtsız
şartsız teslim aldıkları Almanya tarafından, bir uçtan diğerine kurşun atmadan işgal edilmiştir.
Lazareff’in Alman ordusunun Paris’i işgalinin ilk günleri hakkında söyledikleri çok çok ilginçtir ve
derin dersler içermektedir. İnanılır gibi değil ama Hitler, Paris’e önce bir fahişe ordusu göndermiş. Bunlar
ellerini kollarını sallaya sallaya kente girmişler ve eğlenceye düşkün, hayatın tadını çıkarmayı benimsemiş
Paris erkeklerini baştan çıkarma ve istihbarat toplama işine başlamışlar. Halk penceresinin önünde, önde
zırhlı araçlar ve arkada tam teçhizatlı, eğile eğile yürüyen sıra sıra askerleri ve direnişçilerle girecekleri
çatışmayı beklemektedir. Oysa kenti terk etmeyen bütün Parislilerin pencerede olduğu ve olayları perdeyi
azıcık aralayarak kendilerini fark ettirmeden tribünden izlemeye çalıştıkları, direniş ödevini herkesin
başkasından beklediği birkaç saatin içinde anlaşılır. Bir yazar, Paris garında trenlere önce binebilmek için
birbiriyle itişip kakışan ve son hızla kaçarken yalancıktan mazeretler sıralayan insanları tasvir ederken
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
6. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
durumu şöyle özetleyiveriyor: “Benim durumum onlarınkinden farklıydı, ben korktuğum için kaçıyordum.”
Ne var ki kaçmaya pek gerek yoktur; çünkü Berlin, Parislilerin nasıl davranacağını sanki önceden
biliyormuş gibi, fahişelerin ardından kente propaganda ordusunun görevlilerini göndermiştir. Yani işgali
dünyaya naklen yayınlayacak olan ekibi. Fotoğrafçılar, sinemacılar, radyo yayıncıları, muhabirler vs. Bunlar
Concorde meydanında işe başlamışlar ve film seti hazırlar gibi, alet edevatlarıyla yayılarak çalışmaya
koyulmuşlar. Ortada kendilerini saldırıdan koruyacak hiç Alman asker yoktur ama kimse de onlara kurşun
atmaz. Hiç endişe taşımadan, rahat rahat kameralarını kurarlar ve daha sonra gelecek olanları beklemeye
başlarlar. Hem fahişeler hem de propaganda görevlileri, kendilerine en küçük bir saldırının
olmayacağından gayet emin, sanki Berlin’de çalışıyorlarmış gibi davranmaktadırlar.
Nihayet, işgal ordusu hava karardıktan sonra harekete geçer. Kente girerler. Onları önceden
gelen fahişe ordusu sanki Parisli kadınlarmış gibi coşkuyla karşılar. Propaganda ordusunun
fotoğrafçıları bu coşkulu karşılama manzarasının fotoğraflarını bol bol çeker, sinemacılar mendilli
karşılama sahnelerini, Alman askerleriyle kol kola giren sözde Fransız kadınlarını kayda alır. Bütün
bunlar, hem Fransa’nın diğer kentlerinin direncini kırmak, hem Almanya’da halkın coşkusuna coşku
katmak, hem de dünyanın geri kalan yerlerinde Almanların ve Hitlerin korkulacak kimseler olmadığını,
uygarlaştırıcı ve kurtarıcı olduklarını anlatmak için propaganda malzemesi olarak kullanılacaktır.
Lazareff, o günleri tasvir ederken, motosikletli bir Alman askerinin aracının lastiğinin patladığını,
askerin aracı kenara çekerek tamir işiyle meşgul olduğunu, bunu gören Fransızların, mahallenin
çocukları gibi, onun etrafını sararak meraklı bakışlarla kendisini izlediklerini, ondan savaş hakkında bir
şeyler öğrenmeye çalıştıklarını anlatır.
Alman ordusu harekete geçtikten sadece iki saat sonra Eyfel kulesine gelmiş ve üç renkli bayrağı
indirerek gamalı haçı asmıştır. Tabii, sözde Parisli kadınların kameralar önündeki alkış tufanı altında.
Alman askerlerinin kentte tutacakları görev yerlerine gitmeleri için adres verilmiştir. Yollarını bulmak 6
için karşılarına çıkan Parislilere adres sora sora, ellerini kollarını sallaya sallaya görevli oldukları yerlere
tek başlarına giderler. Alman işgal kuvvetlerinin ön cephesinde Fransızca bilen ve güler yüz eğitiminden
geçmiş kimselere görev verilmiştir. Bunlar, yeni egemenleriyle uzlaşmaya eğilimli, önceden zihinleri
barışçılık öğütleriyle çarpıtılmış Parislilerin, yeni durumu kabullenmelerini kolaylaştırmakla görevlidir.
İşgal kuvvetlerinin vitrininde görev alanlar, Paris halkıyla hemen samimi oluvermişlerdir; çünkü
Parislilerin, kendilerini yönetecek yeni güce yanaşmaya çalışacaklarını önceden bilmektedirler. Bu ortam
uzun yılardan beri sürdürülen propagandalarla sağlanmıştır ve başkentin işgali için kendilerine bilgi
sağlayan, yol gösteren işbirlikçiler, ufak tefek menfaatler karşılığında yıllarca onlara çalışmışlardır.
Lazareff, kitabında işgali kolaylaştıran en büyük etkenin işbirlikçi basın olduğunu anlatmaya
çalışmaktadır ama işbirlikçi olmayan basın organlarının olup olmadığından hiç söz etmez. Kendisi en
kahramanlardan biridir ama bulduğu ilk gemiyle Amerika’ya kaçmıştır. Bildiği ve bizzat şahit olduğu
gerçekleri yazmasının nedeni de Fransa’nın işgalinde basınının ağır sorumluluğunu ortaya koymaktır.
Şöyle yazmış: “Merkezden bütün ülkeye dağılan Paris basını uzun yıllar boyunca işlerini yapmadı…
halkı bile bile aldattı.”
Bu satırları yazan Paris-Soir gazetesinin en üst düzey yöneticisi olduğuna göre, bu cümlesinde
öne sürdüğü yüz kızartıcı suçlama, gelişmeleri dışarıdan izleyen birinin kızgınlıkla söylediği, gerçeği
yansıtmayan abartılı sözler olarak değerlendirilemez. Yazarın yüz kızartıcı suçlamaları bununla sınırlı
değil. Gazeteler, halk için çalışıyormuş gibi izlenim vererek kendi çirkin işlerini yürütenler tarafından
yönetiliyordu, diyor. Zaman zaman durumu açığa vuran yüksek sesle ithamların duyulduğunu, fakat
çıkarından başka bir şey düşünmeyen yönetici ve patronların, iddia sahibi vatanseverin sözlerini
küçümseyen ve namustan, şereften, vatana hizmetten dem vuran konuşmalar yaparak gerçeklerin
üstünü ustalıkla bir güzel örttüklerini anlatıyor. Birkaç gün sonra ortalık yine sessizliğe bürünüyor ve
gerçeği kimse yaz(a)madığı için halk da nasıl aldatıldıklarını anlayamıyor, barış, demokrasi, özgürlük vs
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
7. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
gibi yüksek değerlere hitap eden süslü sözlerin büyüsünden kendini kurtaramıyor. Halkın durumu
aslında şöyle olsa gerek: Eve hırsız giriyor, ev sahibi olayın farkında ama korkuyor, başını yorganın
altına iyice çekiyor ve hırsızın alacağını alıp gittiğinden emin olduktan sonra, hemen fırlıyor ve
pencereyi açıp başlıyor bağırmaya, “hırsız var, devlet nerede”, diye.
Aslında ünlü yazar Honore de Balzac, 1840’larda kaleme aldığı bir yazısında Fransız halkını
basına karşı uyarmıştır. Uyarı şöyledir: “Halk, birçok gazete olduğuna inanabilir, fakat aslında bir tek
gazete vardır.” Lazareff, Paris basınının ihanetini Balzac’ın işte bu sözlerinden yola çıkarak anlatmaya
başlar. Söz konusu olan “tek gazete” M. Havas adlı bir banker tarafından yönetilmektedir. Havas,
ilkelere pek az saygı duyduğunu saklamayan biridir, birçok hükümet görmüştür, “iş önünde saygıyla
eğilmiş” ve gelip geçen bütün iktidarlara aynı sadakatle hizmet etmiştir. İktidarların değişmesine
rağmen “halka verilmesi gereken istikametin” hep aynı kaldığını öne sürerek kendini savunmaktadır.
Bizde de her taraftan görünmeye çalışarak gemisini yürütenler böyle konuşmuyor mu?
Havas, hem ilan ve reklam verenleri, hem gazeteleri hem de gazete bayilerini kendine
bağlamış bir kimsedir. Bir ahtapot gibi, sektörü her köşesinden denetimi altına almıştı ve kendi
istediği dışında hiçbir şeye izin vermiyordu. Bir ajansı vardı. Dünyanın her tarafıyla sıkı ilişkiler
kurmuştu. Her memleketin gazetesini herkesten önce o, ya da onun tayin ettiği adamları okurdu.
Habere kavuşmakta zamana o kadar önem verirdi ki, bürosunu Paris’in postane binasının hemen
karşısında kurmuştu. Habere en hızlı erişebilen kişi unvanını kazandığı için bütün gazeteler haberi
ondan satın alırdı. O dönemde Paris’te çıkan 20 kadar gazete ona bağlanmıştı ve karşılığında her biri
ayda 4000 frank ödüyordu. Başka türlü hareket ederlerse çok daha pahalıya mal olmaktaydı. Verimli
bir işbölümü söz konusuydu. Kimse Havas’ın karşısına çık(a)mazdı. Bütün gazete patronları onunla iyi
geçinmek istiyordu. Telgraf icat olmadan önce, kurduğu posta güvercini şebekesiyle Londra’dan 10
saatte, Brüksel’den 4 saatte haber alabilirdi. Her memlekette muhabirleri vardı. Telgraf icat edilince
7
güvercin şebekesini bırakıp telgrafla haberleşmeye başladı. Bu icat onun daha da güçlenmesine
yaradı. Onun habere hızlı erişmesi ve haberlerle oynayabilmesi, hükümeti hep endişelendiriyordu.
Küçücük bir haber borsayı alt üst edebilir, hükümeti düşürebilir, bir savaşa bile neden olabilirdi. Bu
yüzden hükümet de onunla anlaşmak zorunda kalmıştı ve Havas’a 30 milyon franka varan miktarlarda
ödemeler yapıyorlardı. Eh bunların yanına bir de Rus hükümetinin Fransa kamuoyunu Osmanlı
karşısında kendi yanına çekmek için ödediği paraları, daha genel olarak ifade edecek olursak, Fransa
kamuoyunu etkilemek isteyen bütün dış güçlerin onun kapısını aşındırdığını da hesaba katmalıyız.
Bu konuda başka bildiklerimiz -ki bu gibi konulara Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda yer
verdik- banker Havas’ın Yahudi Rothschild’lerin bir kolu olduğunu akla getiriyor. Sırf bu kuşkudan yola
çıkarak, internette konuyla ilgili ipucu araştırdık. Ajans Havas adlı bir kuruluşla karşılaştık. Kurucusu
olarak Charles Louis Havas (1783-1858) adı geçiyor. Kitabın başkahramanlarından M. Havas’a
ulaşamadık. Ama onu ararken Ajans Havas’ın 1944’de Agence Frans-Press’e dönüştüğünü, adını
neredeyse her gün duyduğumuz bu ajansın kurucusunun da Havas ailesi olduğunu anladık. Bu arada
Reuters Ajansı’nın kurucusu olan Yahudi Paul Reuters(1816-1899)’in de Bay Havas’ın çırağını olduğunu
öğrendik. Havas’ın bir çırağı daha var. O da Yahudi. Adı Bernhard Wolff (1811-1879). Almanya’da
National Zeitung’un kurucusu. İnternette onun kısa hayat hikâyesini anlatan sayfada, 2. Dünya Savaşı
ortamında Avrupa’da üç büyük haber ajansı bulunduğunu, bunların Fransa’da Havas (Agence France
Press), İngiltere’de Reuters ve Almanya’da National Zeitung olduğunu öğreniyoruz. Bu kısa araştırma
dünya medyasının Yahudi temelli bir yapılanma altında olduğunu gösterdi. Pierre Lazareff’in M. Havas’
ın hayat hikâyesinden hiç söz etmemesini onun büyük bir eksiği olarak değerlendiriyoruz. Yukarıda adı
geçen Charles Havas’ın oğlu olsa gerek. Lazareff, önsözünde de biraz itiraf ettiği gibi, olayın bazı önemli
noktalarını tam olarak aydınlatmamış. Onun kimliğini de merak ettik ve yine internette araştırdık.
Fransızca yazılmış bir hayat hikâyesini bulduk ve Google’un tercüme programı yardımıyla tercümesini
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
8. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
yaptırdık. Meğerse o da Rusya göçmeni bir Yahudi’nin oğluymuş. 1907’de Paris’te dünyaya gelmiş ve
1972’de yine Fransa’da ölmüş. Küçük araştırmamız bizi, bugünkü küresel medyanın 60 yıl önceki Yahudi
patronlarıyla karşılaştırdı. Adı geçen bu kişilerin savaştan sonra hep birlikte televizyon sektörüne
atladıklarını da yine internette karşımıza çıkan dosyalardan öğreniyoruz. Patronlar değişmemiş, üstelik
konumlarını iyiden iyiye güçlendirmişler.
Lazareff, basının nasıl yapılandığını, kimlerin değirmenine su taşıdığını yeterli açıklıkla
anlatıyor. Verdiği ipuçlarından yararlanarak araştırmayı derinleştirmek bizim elimizde. Yazdıklarına
kısa bir değerlendirme yapmaya kalkışacak olursak, önce, anlattıklarını okudukça ürktüğümü itiraf
etmeliyim. Çünkü 21. yüzyılda bizim medyamız da haberleri Fransa’nın, Amerika’nın ve İngiltere’nin,
Havasların çırakları tarafından kurulmuş olan yukarıda adları geçen ajanslarından satın alıyor. Onların
iyi dediğine iyi diyor, kötü dediğine de kötü diyoruz. İstesek de sorgulayamıyoruz; çünkü haber
bombardımanı altında yaşıyoruz. Eğer haberleri tek tek sorgulamak için duraklayacak olursak, öbür
haberlerin sağanağı altında kalıyoruz.
Lazareff, etkin bir haber ajansının başında oturanların kendilerini dünyanın da gayri resmi
önderleri gibi gördüklerini anlatıyor. Anlıyoruz ki, Fransız basını gerçekte, 2. Dünya Savaşı öncesinde
ticari kuruluşlardan gelen ilan ve reklam gelirleriyle değil, “görünmez elin” verdiği paralarla, halkın
yüksek çıkarı adına görülmesi ve gösterilmesi gerekenleri görmeyerek ve göstermeyerek, kamuoyunun
dikkatini dağıtarak, ilgisiz noktalara çekerek para kazanıyordu. Basında bütün dalavereciler, mesleğin
havarisi pozu takınarak, yüksek perdeden konuşarak işini yürütüyordu. Yabancı elçiler, sık sık Bay
Havas’ın kapısını çalıyor ve istenen haberlerin çıkması karşılığında para vaat ediyorlardı. Gazete
patronlarından biri böyle bir ithamla karşılaştığında kendini şöyle savunmuştu: “Ben ancak, izlediği
politikayı beğendiğim hükümetlerden para alırım.” Lazareff, söz konusu patronun herkesin içinde böyle
söylemesi üzerine orada bulunanların kendisine hak verdiğini de sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş.
8
Bazı gazete patronları o kadar pervasızdı ki, “rezaletten korkuları yoktu”, “yüzlerinde bir
erdem maskesi tutabilmek için” “inanılmaz derecede kıvrak” davranıyorlardı. Patron, borsadaki rakip
guruplardan birinden para alır ve adamları birilerini yüceltici ya da çökertici haberler yaparlardı.
Böylece geleceğini düşünen diğer rakip gurup da anlaşmaya zorlanmış olurdu. Kısacası Fransa basını,
her türlü alçakça oyunu oynamasını bilen uzmanlar tarafından yönetiliyordu. Söz konusu uzmanlar
sözleri gayet ustalıkla kullanıyorlardı ve kolay kolay kendilerini ele vermeyecek kadar zeki insanlardı.
Sadece zeki mi? Zeki ve pişkin, demek daha doğru olur.
Bütün bunların farkında olan insanlar yok değildi. Mücadele etmiyor da değildiler. Zaman zaman bu
gibi dürüst insanlar bir punduna getirilip zindana tıkılıyor, zaman zaman da gerçek suçlular fazla açık
verdikleri için mecburen hâkim önüne çıkartılıyordu. Lazareff, bu noktada ülkesindeki hukuk rezaletini de
anlatıyor. Herkesin zenginleşmek uğruna birbirini çiğnediği ülkede oluşan ortam, “kuvvet önünde eğilmesini
bilen” hâkimleri de etkilemiştir. Onlar da davaları uzun yıllar sürüncemede bırakarak servet sahibi suçluları
sağmaktaydı. Anlaşıldığı üzere, herkes zenginleşmek için şöyle ya da böyle bir yol bulmuştu.
Fransa sokakları, Almanya karşısında savaşmış işsiz güçsüz muharipten geçilmiyordu. Bunların
hepsi politikadan dışlanmışlardı. Apaçık görünen bu durumdan yüksek sesle şikâyetçiydiler. Haklarının
yendiğini söylüyorlardı. Terhis edilince, yavrusu elinden çekip alınmış anne gibi, Fransalarının ellerinden
alınmış olduğunu hissediyorlardı. İçin için ağlıyorlardı belki ama kimsenin onlara aldırış ettiği yoktu.
Alman istihbaratı bu hoşnutsuzluğu öğrendi. Hitler damardan girdi. Onlardan büyük bir gurubu
Almanya’ya davet etti. Geldiklerinde onları görkemli törenlerle karşıladı. Onları gayet gereksiz bir savaş
yüzünden bu halde olduklarına ikna etti. Gördükleri yakın ilgiye kanan muharipler geri dönünce
Almanya’nın iyi niyetinden söze başladılar, Hitler’in barış yanlısı olduğunu, dostluğundan emin
olduklarını anlatmaya koyuldular. Davetin verimli geçtiğini gören Almanlar yeni geziler düzenledi.
Muhariplerin yanına yazarları, akademisyenleri ve gazetecileri de eklediler. Gezileri yeni geziler izledi.
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
9. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
Hitler, Fransa’daki bütün etkin güçleri fazla zorlanmadan kafeslemiş, beyinlerine nüfuz
etmişti. Buna GÜMÜŞ KURŞUN deniyor. Kan akıtmadan, yaşarken öldürmeyi ifade eden bu deyimi
kitabımıza ikinci isim olarak koyduk. Kişisel çıkarına odaklanmış toplumların, bir tavşan gibi, havuçla
kapana çekilmeleri her zaman mümkündür, diye düşünüyorum. Nitekim Berlin seyahatinden dönen
devşirilmiş Fransız strateji uzmanları(!), Hitlerin Sovyet yayılması karşısında Fransa’nın önünde kalkan
olduğunu anlatıyor, her geçen gün daha fazla insan bu düşünce seline kapılıyordu. Eğer biri
Almanların Paris’i işgal hazırlığı yaptığını söylerse –çünkü bu, ucu açıkça görünen bir gerçekti- eski
muharipler hemen ortaya atılıyor ve bunun mümkün olmadığını, Almanların dersini yeteri kadar
aldığını, bir daha buna cesaret edemeyeceklerini, 1. Dünya Savaşı’nda nasıl onları püskürtüp zafere
ulaştılarsa aynı işi yine başaracaklarını böbürlene böbürlene anlatıyorlardı. “Cafe” sohbetlerinin
merkezine Hitler’i yerleştirmişlerdi. O olmazsa Almanya Sovyetler karşısında ölürdü. Almanya ölürse
Fransa da ölür, bütün Avrupa Rus boyunduruğu altına girerdi. Fransa’nın güvenliği açısından “tek
ciddi kalkan” Almanya’ydı. Onun lideri Hitler çok büyük adamdı vs.
Konunun bu yönlerini Fransa’nın İşgal Yılları/Gümüş Kurşun adlı kitabımızda ele aldık. Orada
Alman desteğiyle Fransa’nın başına getirilen Mareşal Petain var. Fransa’nın başına geçmeye çalışan
“çakma Führerler” var. Bir de politikacı örneği olarak Pierre Laval var. Bu adam, Bay Lazareff gibi,
önceleri sosyalist, pasifist, keskin bir barışçı ve savaş karşıtı. Politikadan dışlanmış bir kişi. Öyle bir gün
geliyor ki, kendi siyasi ikbali için kendi halkının düşmanı olduğu açık seçik belli olan Hitler’e sokuluyor
ve onun desteğini alarak işgal altında Fransa’ya başbakan oluyor. Onu Hitler’le bir trende
karşılaştırıyorlar. Görüşmeden sonra basın karşısında havaya giriyor ve şöyle diyor: “İkimiz de aynı
şeyleri hissediyorduk; sonunda yepyeni bir dil, Avrupa‟ca konuşmaya başlamıştık.” Bu sözler bizdeki
BOP eşbaşkanı tartışmalarını çağrıştıran sözler, değil mi?
Savaş karşıtı-barışçı idealist görünümlü Nazi ajanı Otto Abetz, işgalden önce bütün günlerini 9
gazetecilerin arasında ve sosyete partilerinde gazetecilerle birlikte geçirmeye bakardı. Satılık olanları,
fesatları veya sadece saftirik olanları tespit etmeye çalışırdı. Eğer bir yazar kitaplarının ilgi görmediğini
ve kadir bilmez bir ülkede yaşadığını söyleyecek olursa, onu hemen üstlerine rapor ederdi. Adamın eseri
pek iyi olmasa bile biraz para teklif eden bir Alman yayıncı hemen karşısına çıkarılırdı. Parayla ve şöhret
vaadiyle hormonlanan yazar, bundan sonra Almanya’nın aymaz bir övücüsü kesilirdi. Uyandırmak
isteseniz bile uyandıramazdınız. Paris işgal edilince, kitapçı dükkânlarındaki bütün kitaplara el konmuş,
vitrinlere ve boşaltılan raflara bu gibi işbirlikçi yazarların kitapları dizilmiştir. Fransızlar nasıl düşünmeleri
gerektiğini onlardan öğrensinler diye. Bir milletin beyinlerine bu tarz Gümüş Kurşun atmanın 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra aldığı sistematik biçimi ve yöntemin ne kadar geliştirildiğini ve ne kadar başarılı
olduğunu Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar /Genleriyle Oynanmış Entelektüeller adlı kitabımızda daha
geniş olarak inceledik.
Alman ajanları, devşirmeyi hedefledikleri sanayicilere yeni kurulacak bir Fransız Alman
şirketine ortak olmalarını önerirdi. Seçilmiş gazeteciler Hitler’in başarılarını görmeleri için Berlin’e
davet edilir, onlara prens muamelesi yapılırdı. Bilim adamlarını devşirmek için konferanslar tertip
ederlerdi. Bu yöntemlerin ne kadar başarılı olduğu o zamanlar o kadar iyi görülmüştür ki, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ABD, bu sayede dünyayı işbirlikçilerle ördüğü bir ağ yardımıyla kafese almıştır.
Savaş sonrası gelişmelerin bu boyutunu da Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda inceledik.
Dikkatimizi çeken tezgâhlardan biri, politikada başarılı olamamış ve dışlanmış kimselere kanca
atma yöntemleridir. İşgal altında başbakanlığa kadar yükselen Pierre Laval, bunlardan biridir. Bu
gibilerin çevresinde beliren ajanlar, politikada başarılı olamamalarının nedeninin “Fransa’nın
kokuşmuş rejimi” olduğunu söylerlerdi ve eğer kendilerini ispat etmek için yeni bir parti kurmak
isterlerse, onlara her türlü maddi ve manevi desteği vereceklerini vaat ederlerdi. Lazareff, “bu yol
daima başarılı oluyordu… Nazi zehiri Almanya’ya bu yolla akılıyordu”, diyor. Fikirleri bir kenara, -çünkü
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
10. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
çıkarcı ortamlarda fikirlere bakan bulunmaz, herkes de birbirinin yalan söylediğini bilir-, aldığı gizli destekle
güçlü imajı verilmiş kişilerin etrafı politikada yükselmeye hevesli zayıf kişilikli insanlar tarafından
hemen kuşatılıyordu. Böyle bir çevre kurabilmiş sözde liderin sırtı kolay kolay yere gelmezdi. Ne kadar
zırvalarsa zırvalasın, ondan politik geleceği adına menfaat beklentisi olan kalabalıklar durumu tevil
edecek bir şeyler bulur söylerdi. Parti bolluğunun nedeni de bu olmalı.
Lazareff’in şu cümlesinden çok etkilendik doğrusu:
“Eğer alçaklık olduğunu bile bile yaptığı bir hizmet karşılığı olarak doğrudan doğruya para
alan kimselere hain deniyorsa, Fransızlar arasında bu türlü hainler pek azdı. Otto Abetz‟in suç
ortaklarından biri bile vatanlarını satmak için “tahsisatlı casus” olmuş değildiler, hatta çoğu tam
tersine, Fransa‟nın iyiliği için çalıştıklarına inandırılıyorlardı. Zaten bir politikadan şahsen edilecek
yararlarla, o politikadan vatanın sağlayacağı yararları karıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur.”
Lazareff, bu sözlerinin hemen ardından, Pastör Enstitüsü’nde biyoloji laboratuarını yöneten
Prof. Fourneau’yu Alman ajanlarının nasıl devşirdiklerini şöyle anlatıyor:
Ajanlar onunla yaptıkları bir sohbet sırasında, takdir edilmediği duygusunu çok yoğun bir
şekilde yaşadığını anlarlar. Profesör, onlara bilim adamlarının Fransa’da takdir edilmediğini anlatmak
isterken çarpıcı bir örnek vermiştir. Şarkıcı Maurice Chevalier ve radyoaktiviteyi keşfeden Madam
Curie, Fransa’yı aynı gün terk ederek Amerika’ya gitmişlerdir. Basın şarkıcı Chevalier’e sayfalarının
dörtte üçünü ayırmış, Madam Curie’yi ise sadece birkaç satırla geçiştirmişlerdir. Profesörün içine
düştüğü yoğun duygusal bunalımı çözümleyen ajanlar hemen harekete geçerler. Ona ünlü bir Alman
kimyagerler derneğinden davet gönderilir. “Değerli çalışmalarını yakından bildikleri ünlü Fransız
meslektaşlarını” Berlin’de bilimsel bir toplantıya davet etmektedirler. Profesör daveti kabul eder.
Nihayet onun “dehasını” takdir eden birileri çıkmıştır. Berlin garında trenden iner inmez, üst düzey
yetkililer tarafından son model ve gamalı haç taşıyan muhteşem bir otomobille karşılanır ve kentin en 10
lüks oteline götürülür. İhtişamlı bir daireye yerleştirilir ve emrine hizmetçiler verilir. Kapısında
bekleyen bir gazeteci ordusu onun fotoğraflarını çekmiş ve hakkında övgü dolu makaleler yazılmış,
bütün bu çekilenler-yazılanlar getirilip onun önüne konmuştur. Bir zaman sonra profesör Paris’e
döner. İlk demecinde Almanların Fransa’ya karşı çok iyi niyetler beslediğini, Almanların büyük millet
olduğunu, bu rejimle işbirliği yapmanın Fransa’nın yararına olacağını anlatmaya başlar. Almanların ön
ayak olmasıyla Avrupa’da birlik kurulacağını –buna işbirlikçi Fransız basını Yeni Düzen diyordu- ve burada
Fransa’nın yerini şimdiden hazırlamak gerektiğini savunmaktadır. Almanların savaşın sonuna kadar
Fransa’da paravan olarak kullandığı profesör işte bu profesördür. Onlardan sağladığı çıkarı savaş
bittikten sonra koruyabildi mi, bilemiyoruz. Lazareff soruyor: “Kim onun bir hain olduğunu
söyleyebilir?” Bu soruya yetmiş yıl sonra biz cevap vermek istiyoruz: Tarih söyler Bay Lazareff, tarihin
vurduğu damgayı kimse silemez.
Fransız basınını kendilerine bağlamak isteyen Alman istihbaratı, gazete patronlarının ve
yöneticilerinin karşısına Alman ecza ve kimya şirketlerinin ilan ve reklam görevlilerini çıkartıyordu.
Mesela Bayer bunlardan biriydi. Gazete patronları yüklü ilanlarla elde edilirdi. Rüşvet, çok yüksek ilan
geliri şeklinde ödenirdi. Hitler bu işler için özel olarak bir bankeri görevlendirmişti. Bu banker bir
Yahudi idi. Adı Hirsch olan bu adam Paris’e özel görevle gönderilmişti. Alın size başrolde bir Yahudi
daha! Paraları Fransız gazetelerine bu adam dağıtırdı. Havada uçuşan paraların Alman parası
olduğuna dair ortalıkta bir parmak izi bırakılmazdı. Bay Hirsch, kendini sıkı bir Nazi düşmanı gibi
gösterir, barış havarisi liberal bir entelektüel pozuyla yüksek perdeden atıp tutarak gemisini
yürütürdü. Lafla peynir gemisi yürümez derler ama örnekte görüldüğü şekilde yürür.
Lazareff, Le Temps gazetesinden özellikle söz ediyor. Bu gazetenin patron ve yöneticilerinin
rezalet çıkmasından korkusu olmadığını, çıkar ilişkilerini son derece pervasızca yürüttüklerini
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
11. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
söylüyor. Bu satırları okuduğumda Osmanlı devletinin son yıllarında bu gazetenin ve benzer Avrupa
gazetelerinin çevirdiği dolaplar aklıma geldi. Demek ki gazeteler yalan dolanla Osmanlı devletinin
yıkılmasına katkıda bulunmakla kalmamış, sonunda kudurmuş ve Fransa’nın Almanya karşısında diz
çökmesinde de rol oynamış.
Osmanlının yıkılışında Avrupa basınının rolü konusunda yapılmış çeşitli araştırmalar vardır.
Bunlardan anladığımıza göre, Avrupa’nın büyük gazeteleri padişaha resmen başvurur ve tehditle,
aleyhte yazı yazmamak karşılığında para isterlerdi. Bu şekilde çuvallar dolusu para gönderilmiştir.
Aynı şekilde sadrazamlardan, kabineye girebilmek için uğraşan öteki paşalardan da övgü dolu yazılar
döşenmek için para alırlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de “Parayı Veren Düdüğü Çalar”dı.
Mesela 1830’larda, yani Honore de Balzac’ın uyarıcı yazısını yayınlamasından birkaç yıl önce Mehmet
Ali Paşa Avrupa basınının velinimetiydi. İstanbul’a karşı kendi lehine kamuoyu oluşturmak için
Avrupa’da çok para saçtığı bilinmektedir. Eğer para gecikirse, “barbar Türkler” diye başlık atarlardı.
Osmanlı elçileri kendilerine koşa koşa para getirsin diye, “Türkler Avrupa’dan kovulmalı”, diye yazarlardı.
Bugün dillerde dolaşan Türklere yönelik hakaretlerin arkasında, büyük ölçüde Osmanlı yönetiminden haraç
kesmek isteyen Avrupa basını vardır. Önce ürkütürler, sonra da para alarak bir zaman için susarlardı. Bu kez,
rakip gazeteye para verildiğini öğrenen öteki gazete saldırıya geçerdi. Avrupa basın patronları işin kolayını
bulmuştu. Osmanlı’da halkı soyanları soyarlardı. O sıralar Rus çarları da Avrupa basınının velinimetiydi. Türk
yurtlarından topladığı altınları Avrupa’da bozdurur, karşılığında son sistem silahlar alır, Avrupa basınına bol
keseden para dağıtarak Rusya’nın Türk yurtlarının meşru varisi olduğu şeklinde kamuoyu oluşturmaya
çalışırdı. Sonunda Avrasya kıtasının kuzey yarısı, Rus çarlarının ve ardından da Sovyetlerin egemenliği altına
girdi. Artık sıra Batı Avrupa’ya gelmişti.
Avrupa basınının Rusya’nın güçlenmesinde rüşvet karşılığında çok önemli rolü olmuştur. Son
olarak da Lazareff’den, Fransa’nın Almanya tarafından işgalinde Fransız basınının oynadığı rolü 11
öğreniyoruz. Yazar, bu konuda en çok Le Temps gazetesinden örnekler veriyor. Gazetenin patronunun,
Panama Kanalı’yla ilgili bir rezaletin kovuşturulduğu günlerde bu olaydan 1 milyon franktan fazla çıkar
sağladığı ortaya çıkmış. Aynı zamanda Le Temps, Rus çarlarından en çok para sızdıran gazete. Gazete, 12
yıllık bir antlaşma yaparak, her yıl ödenecek 150 bin frank karşılığında, Petrograd hükümetinden her yıl
gönderilecek 70 telgrafı gazetesinde yazacak ve kamuoyunu Rusların lehine yönlendirecekti. Gazetenin,
sadece Osmanlı-Rus gerginliğinden değil, Bulgar-Yunan gerginliğinden de her iki taraftan para sızdırarak
yararlandığı anlaşılıyor. Le Temps’in müşterilerinden biri İspanya’nın diktatörü General Riviera idi.
Riviera bir nutkunda Le Temps gazetesiyle olan ilişkisini ve onlara istedikleri gibi yazı yazdırabildiklerini
övünmekle karışık itiraf etti. Rezaletin ortaya çıkması üzerine gazete soğukkanlılığını hiç bozmadı.
Sadece bu ilişkiyi yalanlayan kısa bir yazı yayınladı. Diğer gazeteler, kendileri de aynı yolun yolcusu
olduklarından konuyu deşelemediler. Kapandı gitti. Aslında İspanya, Fransa’nın komşusuydu ve
aralarında özellikle sömürgelerden doğan sorunlar vardı. Gazetenin suçu resmen vatana ihanet
mertebesindeydi. Fakat konunun üzerine giden olmadı. Sonunda Fransız basını Hitler’den para
sızdırmaya koyuldu. Bu kez satılan Fransa idi. Osmanlı yıkılmıştı, çarlar öldürülmüştü. Sovyetlerin onlara
metelik koklattığı yoktu. Ortada para sızdırabilecek Alman, İngiliz ve Amerikan basınından başka kimse
görülmüyordu. Lazareff, kitabını Amerika’da bastığı için ondan İngilizlerden ve Amerikalılardan nasıl
para sızdırdıklarına dair bir bilgi alamıyoruz. Ama başka kaynaklardan Amerikan ve İngiliz basınının da
aynı yolun yolcusu olduğunu bildiğimize göre, Fransız hükümeti kendi basınının ülke aleyhine aldığı
rüşvetlerin kat kat fazlasını ülke menfaatleri doğrultusunda yazılar yazdırabilmek için İngiliz ve Amerikan
gazetelerine ödediğini düşünüyoruz. Bu şu demek oluyor: Basın, her türlü siyasal gerginliğin genellikle
tek kazananı olmaktadır.
Bu hikâyede anlatılanlardan şu sonuç çıkıyor: Medyanın uluslararası siyasi ve ekonomik krizlerdeki
rolü ve sorumluluğu, dünya çapında ciddiyetle ve derinden araştırılması gereken bir konudur. Bir insanlık
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
12. İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com
suçuyla, silahı kalem olan ve hep birlikte kamuoyunun gözü önünde pervasızca duran kravatlı bir suç
örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Bu kapsamlı araştırmanın finansmanını mesela Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti üstlenebilir. Söz konusu araştırmanın sağlıklı bir şekilde yürütülüp yürütülemediği
konusu, sponsorluğunu kimlerin yaptığı konusuyla çok yakından ilişkilidir. TGS’nin gazete patronlarının
cemiyeti olmadığını düşünerek, meslekten gazetecileri bu araştırmaya el atmaya davet ediyoruz.
Gün geçmiyor ki, basın özgürlüğüne dair nutuk dinlemeyelim. Mesela bu satırların yazıldığı
2011’in son günlerinde Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Türkiye’yi basın özgürlüğü düşmanı olan on
ülkeden biri olarak ilan etti. Listedeki ülkeler arasında Batılı ülkelerden hiçbiri yok. Oysa artık iyice
biliniyor ki, küresel egemenler dünyaya işlerine gelen bir yapı kazandırmak istiyor ve küresel medya
bu yolda en güçlü manipülasyon aracı. Barış ve basın özgürlüğü gibi şirin söylemlerin arkasında
kimlerin olduğunu merak ediyoruz doğrusu. Gerçekten bir barış ve demokrasi ortamı doğması için
hilekârların teşhir edilmesi, uyandırma servisi görevinin layıkıyla yapılması gerekmiyor mu?
Dikkatimizi çeken diğer bir husus, cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş düzeyde cari açığa
rağmen Batı medyasında Türkiye ekonomisinin iyi yolda olduğunun yazılıp çizilmesi. Hükümet
çevreleri bu haberleri büyük puntolarla bize ulaştırıyor. Günlerce övünüyorlar. Bir başka gün, bir
bakıyorsunuz, Türkiye’yi yerden yere vuran bir başka gazete ortaya çıkıyor. Yazıyı okuduğunuzda dış
politikada onların istediği mecralara çekilmemiz için kaleme alındığını anlıyorsunuz. Ama bu ikinci
gurup haberler yandaş medyada yer bulamıyor. Ülkemizde öyle gazeteler var ki, yıllardan beri ABD
aleyhine tek bir yazı yayınlamadı.
Fransa’nın yakasını kurtaramadığı, işgale kadar varan tecavüzüne uğradığı, halkı aldatarak
servet yapmayı gözüne koymuş medya güruhundan biz yakamızı nasıl kurtardık? Kurtardık mı? Bir
bilen çıkar diye soralım: Doğru söyleyin bize bizi kimler yönetiyor? Dünyayı kimler yönetiyor? Obama
mı? Sarkozy mi? Merkel mi? Yoksa halktan oy istemeye tenezzül etmeyen çeteler mi? Yoksa sadece 12
maşaları mı seçiyoruz?
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR
www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com