SlideShare uma empresa Scribd logo
1 de 344
Baixar para ler offline
Türk Devrimi için Batıda ve
Doğuda pek çok eser yazılmıştır.
Ama bunlardan çok azı gerçeği
anlatabilmiştir. Bu pek azın
arasında çevirisini sunduğumuz
Türkiye - Bir Devletin Yeniden
Doğuşu I - adlı eser de
bulunmaktadır. Kitabın yazarı,
ünlü îngiliz tarihçi Arnold J.
Toynbee'dir.
Eserin üstünlüğü, bir tarihçinin
bilimsel yöntemiyle yazılmış
olmasıdır. O zaman genç bir
bilim adamı ve iki üç yıl
öncesine kadar Osmanlı
devletine en büyük düşmanlığı
gösteren bir ulusun insanı
olmasına karşın; A.J.Tonybee,
genç Türkiye Cumhuriyeti
konusundaki bu bilimsel
araştırmasını yazarken (1926),
pek çok kişinin tersine,
duygulardan veönyargılardan'
uzak kalmayı, küçük bazı
yanlışlar bir yana bırakılacak
olursa, gerçekleri bir bilim
adamının nesnel gözleriyle
görmeyi bilmiştir.
A.J. Tonybee, her zaman, her
ülkede ve her konuda geçerli
olan bilimsel bir ilkeye bağlı
kalmıştır. Bu, 'Tarihi bilmeyen
bugünü anlayamaz' ilkesidir.
Kitap, bu bakımdan, Türkiye'yi
öğrenmek isteyen yabancılar
kadar, Türk Devrimini bilimsel
açıdan bilmek isteyen bizler için
de çok yararlı bir çalışmadır.
Türk Devrimi için Batıda ve
Doğuda pek çok eser yazılmıştır. £
Ama bunlardan çok azı gerçeği
anlatabilmiştir. Bu pek azın j
arasında çevirisini sunduğumuz
Türkiye - Bir Devletin Yeniden y
Doğuşu I - adlı eser de i
bulunmaktadır. Kitabın yazarı, q
ünlü İngiliz tarihçi Arnold J.
[bynbee'dir. %
I e 11• s1111• • • ı l>ıı l.ıı ı h .
bilimsel yöntemiyle yazılmış N
olmasıdır. O zaman genç bir
bilim adamı ve iki üç yıl
öncesine kadar Osmanlı
devletine en büyük düşmanlığı £
gösteren bir ulusun insanı
olmasına karşın; A. J.Tonybee, :
|
genç Türkiye Cumhuriyeti g
konusundaki bu bilimsel ^
araştırmasını yazarken (1926), ,Sj
pek çok kişinin tersine, •£
duygulardan ve önyargılardan'
uzak kalmayı, küçük bazı
yanlışlar bir yana bırakılacak
olursa, gerçekleri bir bilim £
adamının nesnel gözleriyle §
görmeyi bilmiştir. £
A.J. Tonybee, her zaman, her
ülkede ve her konuda geçerli
olan bilimsel bir ilkeye bağlı
kalmıştır. Bu, 'Tarihi bilmeyen
bugünü anlayamaz' ilkesidir.
Kitap, bu bakımdan, Türkiye'yi
öğrenmek isteyen yabancılar
kadar, Türk Devrimini bilimsel
açıdan bilmek isteyen bizler için
de çok yararlı bir çalışmadır.
Türkiye I
(Bir Devletin Yeniden Doğuşu)
T Ü R K İ Y E
Bir Devletin Yeniden D o ğ u ş u
. I
Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından
hazırlanmıştır.
Dizgi - Yayımlayan:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. ŞtL
Aralık 1999
A R N O L D J . T O Y N B E E
T Ü R K İ Y E
B i r D e v l e t i n Y e n i d e n D o ğ u ş u
I
Çeviren: K a s ı m Y a r g ı c ı
C u m h u r i y e t G A Z E T E S I N I N
OKURLARINA ARMAĞANIDIR.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ...7
Prof. ARNOLD J. TOYNBEE ÜZERİNE 11
YAZARIN ÖNSÖZÜ 13
BİRİNCİ BÖLÜM
Türkiye ve Batı 15
İKİNCİ BÖLÜM
Eski Osmanlı İmparatorluğu (1299-1774) .27
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Batının Etkisi (1774-1919) 43
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1908-1918 Bilançosu ve Müttefiklerin
Barış Şartlan 73
BEŞİNCİ BÖLÜM
Mustafa Kemal 91
5
ÖNSÖZ
Birinci Dünya Savaşı Avrupa'da dört büyük imparatorlu­
ğun sonunu getirmiştir: Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu ve Rus İm­
paratorluğu bu 'büyük kıymet' in kurbanlarıdır. Yıkılan bu im­
paratorlukların 'enkaz'mdan modern Batılı siyasal düşünce­
ye uygun yeni devletler doğmuştur. Türkiye, Almanya, Avus­
turya ulusal yeknesaklıklar kapsamına girmeyen toprak­
larım kaybederek birer cumhuriyet olmuşlardır. Rusya ise
imparatorluğunu koruyup topraklarım elden kaçırmamak ba­
şarısını göstererek bir sosyalist cumhuriyet biçimine girmiş­
tir. Rusya'nm yeni rejiminin çok özel bir durumu olduğu için
-buna hiç dokunmadan- öbür üç imparatorluğun aldığı yeni
kimliğin dünyada yarattığı tepkiler incelendiğinde en çok sö­
zü edilmeye değer ülkenin Türkiye olduğu görülür.
Dünya için Almanya ve Avusturya, 'Batılı'dır. Batılılar
için de kendilerinden olan ülkelerdir. Yüzyıllar boyunca aynı
inançları taşımışlar, aynı kültürle yoğrulmuşlar, aynı hareket­
lere ve benzeri olaylara sahne olmuşlardır. Aralarında çatış­
malar meydana gelmişse, bu, inanç ve kültür zıtlaşmasından
değil çıkarlar yüzünden olmuştur. Birinde oluşan yenilik -is­
ter teknik, ister ekonomik, ister ideolojik olsun- hemen öbü-
rünce öğrenilmiş, benimsenmiş, derhal uygulanmasa bile, zi­
hinlerde yer etmiş ve tabii görülmeye başlanmıştır. Modern ça­
ğın ilk ve en büyük siyasal hareketi olan Fransız Devrimi, Ba­
tı'da heyecan yaratmıştır; fakat yadırganmamıştır. Fransız Dev-
rimi'ni oluşturan düşünceler öbür Batı ülkelerinde de aynı za­
manda gelişmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya ve
Avusturya imparatorlukları cumhuriyet rejimine geçtikleri za­
man kimseyi şaşırtmamışlardır. Yalnız eskinin tantanasını ya­
şamış olanlar bir "Vah vah!" demekle yetinmişlerdir.
Türk ulusu ise Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntısından
bir cumhuriyetle çıkınca dünyadaki tepkiler çok değişik ol­
muştur. Modern dünyanın uyulması gereken ölçülerini tayin
etme durumuna gelmiş Batılılar için Türkler, kendilerinden ol­
mayan insanlardı. Dilleri onlannkine hiç benzemiyordu, din­
leri ayrıydı; aynı kültür içinden yetişmemişlerdi. Değişik ge­
lenekleri vardı. Batı ölçülerinin dışında kalmış oldukları için
'barbar' da sayılabilirlerdi. Doğulu Osmanlı İmparatorlu­
ğu'nun içinden Batılı bir cumhuriyetin çıkması, işte bu yüz­
den dünyada şaşkınlık uyandırmış ve çeşitli tepkilere yol aç­
mıştır. Tepkiler; takdirden şüpheye ve küçümsemeye, kıskanç­
lıktan gıptaya kadar derece derece değişmiştir. Batılıların ki­
mi hayret, kimi takdir, kimi şüphe etmiş; Doğulular ise, kimi
kendilerinden olanın öbür tarafa geçmesine kızmış, kimi de
aynı şeyi yapamamanın üzüntüsünü duymuştur.
Türk Devrimi için gerek Batı'da, gerek Doğu'da çok mü­
rekkep tüketilmiştir. Fakat bu konuda yayınlananların pek azı
gerekeni anlatabilmiştir. Bu pek azm arasında burada çeviri­
sini sunduğumuz eser de buluîrmaktadn. Kitabın yazan ünlü
İngiliz tarihçisi Arnold J.Toynbee'dir. Eserin üstünlüğü, bir ta-
8
rihçinin bilimsel metodu ile yazılmış olmasından geliyor. O
zaman henüz genç bir adam ve iki üç yıl öncesine kadar Os­
manlı Türklüğüne en büyük düşmanlığı gösteren bir ulusa
mensup olmasına rağmen, Genç Türkiye Cumhuriyeti hakkın­
daki bu araştırmasını yazarken -pek çok kişinin aksine- his­
lerden ve önyargılardan uzak kalmayı, ufak tefek bazı yanlış­
lar bir yana bırakılacak olursa, gerçekleri bir bilim adamının
tarafsız gözleri ile görmeyi bilmiştir.
Kitabı okurken siz de şu kanıya varacaksınız; Toynbee,
her zaman, her ülkede ve belki her konu için geçerli olan il­
keye sadık kalmıştır: Bu, "Tarihi bilmeyen bugünü anlaya­
maz" ilkesidir. Nitekim, bu araştırmasının bir bölümünde şöy­
le demektedir:
" Siyasal değişmenin sürmekte olduğu ülkelerde, şartlar,
bir taımçinin bunları resmedemeyeceği kadar oynaktırlar. Bu
durumda tarihçinin yapabileceği en iyi şey bütünü ile aydın­
lanmış bir gözlemci olarak ve kendini mümkün olduğu kadar
her türlü bağlardan sıyırıp tarihin benzer geçmiş olaylarının
verdiği bilgi ve tecrübelerin projektörünü günün gelişen olay­
ları üzerine tutmaktır."
Kitap, bu bakandan, egzotizmden sıyrılıp gerçek Türki­
ye'yi öğrenmek isteyen yabancılar kadar, hislerden arınıp Türk
Devrimi'ni bilimsel açıdan görmek isteyen bizler için de ya­
rarlıdır, sanıyoruz.
9
PROF. ARNOLD J.TOYNBEE ÜZERİNE
DÜNYA iki kampa ayrılmış, dört yıl süren bir büyük sa-
yaştansönra bir taraf yere serilmişti. Fakat çok geçmeden, öl­
dü sanılan ve mirası paylaşılanlardan biri, başkaldırmış ve
kendisini düpedüz soymaya gelenlere kafa tutmuştu. Türkülü­
sü, kurtuluşu için galip tarafla savaşa tutuşmuştu. Bu, bütün
dünya için şaşkınlık uyandıran bir olaydı.
' Nerede bu tür bir olay olursa oraya gazetecilerin akın et­
mesi âdettendir. Artık Ankara, İzmir, İstanbul sokaklarında,
Sakarya kıyılarında dünyanın dört bucağından gelmiş gaze­
teciler dolaşıyordu. Bunlar arasında, yıllar sonra adları dün­
yanın ünlü kişileri sırasına girecek iki genç gazeteci de var­
dı: Ernest Hemingway ve Arnold J.Toynbee. Birincisi, Ameri­
kalıydı; her Amerikalı gazeteci gibi Avrupa 'yı hele Avrupa 'nın
öbür ucunu hiç tanımıyordu. Olayları yalnız yüzeyden görü­
yor, kendini bunların heyecanına kaptırıyor; derinine inemi­
yor, romancılığa 'heveskârlığından ' ateş, kan ve gözyaşı ede­
biyatı yapıyordu.
1889 yılında Londra 'da dünyaya gelen Arnold Toynbee
de bu tip İngiliz gençlerindendi. Babası da tarihçi olduğu için
herkesten çok tarihle doluydu ve konuya daha küçükyaşından
itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Nitekim tarih öğrenimiyap-
11
tı ve bunda o kadar başarılı oldu ki, onu 1919 da Londra Üni­
versitesine tarih profesörü yaptılar. Bu görevde 1924yılına ka­
dar kaldı ve bu arada -Türk-Yunan Savaşı da dahil- Avru­
pa 'daki ve Yakındoğu 'daki birçok önemli olayı yerinde izledi.
Bunları yaparken tarih ve başka uluslar hakkındaki bilgile­
rinden İngiliz Dışişleri Bakanlığı 'nı yararlandırmaktan da
geri kalmadı.
Bizans uygarlığı uzmanı olarak yetişen Toynbee, daha
sonra kendini tarih felsefesine verdi. Özellikle uygarlıkların
evrimini incelemeye koyuldu. Eski Yunan uygarlığından ha­
reket ederek yaptığı araştırmalar onu bazı sentezlere ulaştır­
dı ve sonunda ortaya Uygarlıkların Devri teorisi çıktı. Bu te­
oriye göre; uygarlıklar da doğarlar, gelişirler ve yıkılırlar.
Bunların yerini alanlar da aynı devri yaparak yerlerini baş­
kalarına bırakırlar ve bu böyle sürüp gider.
Toynbee 'nin başlıca eserleri arasında şunlar bulunmak­
tadır: "Tarihsel Yunan Düşüncesi, Uygarlığı ve Niteliği"
(1924), "Türkiye" (1926), "Sınav Geçiren Uygarlık" (1948),
"Dünya ve Batı" (1953). En büyük eseri ise 1934-1961 yılla­
rı arasında tamamlamış olduğu 12 ciltlik "Tarihin İncelenme­
si "dir. Bunlardan başka gazetelerde, dergilerde yayınlanmış
yüzlerce makale, röportaj ve seri röportajı vardır.
Bunlar arasında Turancılık Akımı üzerine yayınlanmış
çok önemli yazıları da bulunmaktadır.
Toynbee, Türkiye hakkındaki kitabını yazdıktan sonra bir­
kaç kere daha Türkiye 'yi ziyaret etmiş, anlattığ değişmelerin
son durumlarını gözden geçirmiştir.
12
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Türkiye üzerine böyle bir kitap yazmamı yayınevi 1923 ya­
zında teklif etmişti. O tarihte Ankara' dan henüz dönmüştüm. Da­
ha önce 1921 yılının büyük bir kısmını, Türk-Yunan Savaşı'nı,
bir bu yandan, bir öbür yandan inceleyerek geçirmiştim. İngilte­
re'de bulunduğumda da çoğu zaman Yakındoğu tarihini incele­
mek ve bu konuda dersler vermekle uğraşıyordum.
^ Elime kâğıdı kalemi alıp bu konuyu işlemeye, hatta aklım­
da plânını yapmaya bile vakit bulamadan, beklenmedik bir anda
başka bir görev aldım. Bu durumda yayınevi büyük bir anlayış
göstererek kitabı teslim tarihini daha geriye attı. Kitaba yeniden
döndüğümde aradan epeyi bir süre geçmişti ve bu sürede Türki­
ye' de yeniden büyük değişiklikler meydana gelmişti. Türkiye' de
iken bu değişikliklerin ne kadar büyük bir hızla yer almakta ol­
duğunu gördüğüm için, işe koyulurken, bu süre içinde uğradığım
bilgi kaybını, Türkiye'de olayları kendi gözleri ile izleyen biri­
nin yardımı ile gidermek zorunluğunu duydum.
Böyle birini ararken şans karşıma dostum Kenneth P. Kirk-
wood'u çıkardı. Yıllarca İzmir Koleji'nde tarih dersleri okutmuş
bu dostun bu kitaptaki payı benimkinden az değildir. Bu arada
Prof. Earle ve Hulusi Hüseyin Bey'e de yardımlarından dolayı
teşeldcürlerimi bildirmek isterim.
Haziran 1926
Arnold J.TOYNBEE
13
YAZARIN ÖNSÖZÜ
Türkiye üzerine böyle bir kitap yazmamı yayınevi 1923 ya­
zında teklif etmişti. O tarihte Ankara'dan henüz dönmüştüm. Da­
ha önce 1921 yılının büyük bir kısmını, Türk-Yunan Savaşı'm,
bir bu yandan, bir öbür yandan inceleyerek geçirmiştim. İngilte­
re'de bulunduğumda da çoğu zaman Yakındoğu tarihini incele­
mek ve bu konuda dersler vermekle uğraşıyordum,
v
Elime kâğıdı kalemi alıp bu konuyu işlemeye, hatta aklım­
da plânını yapmaya bile vakit bulamadan, beklenmedik bir anda
başka bir görev aldım. Bu durumda yayınevi büyük bir anlayış
göstererek kitabı teslim tarihini daha geriye attı. Kitaba yeniden
döndüğümde aradan epeyi bir süre geçmişti ve bu sürede Türki­
ye ' de yeniden büyük değişiklikler meydana gelmişti. Türkiye' de
iken bu değişikliklerin ne kadar büyük bir hızla yer almakta ol­
duğunu gördüğüm için, işe koyulurken, bu süre içinde uğradığım
bilgi kaybım, Türkiye'de olayları kendi gözleri ile izleyen biri­
nin yardımı ile gidermek zorunluğunu duydum.
Böyle birini ararken şans karşıma dostum Kenneth P. Kirk-
wood'u çıkardı. Yıllarca İzmir Koleji'nde tarih dersleri okutmuş
bu dostun bu kitaptaki payı benimkinden az değildir. Bu arada
Prof. Earle ve Hulusi Hüseyin Bey'e de yardımlarından dolayı
teşeldcürlerimi bildirmek isterim.
Haziran 1926
Arnold J.TOYNBEE
13
BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE VE BATI
29 Ekim 1923 'te, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin bir
karan ile 'doğan' Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında
Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıttır. Batı uy­
garlığımız, bazı çizgiler üzerinde gelişmeseydi -ve ilk dar sı­
nırlan dışına taşarak batılı olmayan zihniyetlerdeki daha de­
ğişik gelişme biçimlerini etkilemeseydi- 20 Nisan 1924 Ana­
yasası ile donatılmış ve 1925 yılında Türk devlet adamlarının
izledikleri politikayla yönetilen bir Türk Cumhuriyeti'nin
Anadolu'nun içinden çıkabileceği düşünülemezdi.
Nitekim, bugünün Türkiye'sinde bir yabancı gözlemci­
nin ilgisini çeken her şeyin temelinin bazı Batılı etkilere ka­
dar izlenebileceğini söylemek bir aşınlık olmayacaktır. Bun­
lar Batılı etkilerden doğmamış olsalar bile, Batılı etkilere kar­
şı bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Cumhuriyetin kurucu­
larına, tespit ettikleri sınırlar içinde, Türk bağımsızlığını kur-
tarmalan imkânını veren Türk Ordusu, Batı (ya da Batılılaş­
mış) devletlerin istilâ tehdidi karşısında yine Batılı örneklere
göre donatılmış ve örgütlendirilmişim
Ülkenin ana endüstrisi olan Türk tanmı, başlıca kânnı,
15
ürünlerini Batı pazarlarına ihraç ederek sağlamakta ve faali­
yetini Batıdan ithal ettiği tarım araçları ile devam ettirmekte-
. dir. Türk devletinin üzerine inşa edildiği siyasal fikir -birbiri­
ne kenetlenmiş bir millet, merkezî bir yönetim, bütünüyle ege­
men bir devlet ve hangi şekilde olursa olsun özerkliklere ta­
hammülsüzlük görüşü- modern Fransa'da biçimlenmiş olan
devlet fikrinden alınmıştır.
Son birkaç yıl içinde değişmekte olan Türkiye'deki bü­
tün başka değişikliklerden çok daha hızlı oluşmuş eğitim ve
kadının haklarına kavuşması, genel olarak Batının İngilizce
konuşan toplumlarındaki kadın hareketlerinden esinlenmiştir
ve hatta bunun izlerini, bir dereceye kadar İstanbul'daki tek
Amerikan eğitim kuruluşunun doğrudan doğruya yaptığı et­
kide bulmak mümkündür. Her daldaki Türk eğitimi, Türk ede­
biyatının şekli ve muhtevası, hatta dildeki evrim (kadın ile er­
kek arasındaki ilişkilerden sonra bir toplum içinde önde ge­
len en önemli unsur) bugün, Batı dünyasından gelen akımın
inkâr edilmez etkilerini göstermektedir.
Batılılaşma yolundaki bugünkü Türkiye, bu kitabın baş­
lıca konusudur. Kitapta, Türk yaşamının değişik yönleri eni­
ne boyuna gözlemlenmekte ve eleştirilmektedir. Fakat, Tür­
kiye'nin Batı dünyasının yörüngesine çekilmesinin anlamı
bunun çok derin bir devrim hareketi olduğu görülmedikçe an­
laşılamaz. Öyle ki, bir buçuk yüzyıl önce -ister Türk, ister ya­
bancı olsun- en keskin gözlemci bile böyle bir devrimin olu­
şacağını düşünemezdi.
Osmanlı İmparatorluğu, 1774 yılında Rusya ile yaptığı
savaşların en büyüğü ve en felâketlisinden çıktığında Osman­
lı toplumunda Batı etkisinin en küçük izi bile yoktu. Siyasal
ve toplumsal kuruluşları geleneklerden doğmuş ve Batıdaki-
16
lerden bütünüyle bağımsız olarak gelişmişler, hatta bazı önem­
li noktalarda Batıdakilere düşman kesilmişlerdi. Bu kuruluş­
ların o zaman ilk bakışta dağılmaya yüz tutmuş görünmeleri,
en keskin gözlemciler tarafından bile, Osmanlı İmparatorlu­
ğu'nun ve belki de Türk milletinin ölmekte olduğu kanısına
yol açmıştı.
1774 yılında, imparatorluğun bir yüzelli yıl daha yaşaya­
cağını, paramparça olduktan sonra da bu yıkıntının içinden,
Batı milletlerine tek basma karşı duran, onların yaşayış düze­
nini uygulayarak Batı topluluğuna kendini eşitlik temeline da­
yanarak kabul ettiren bir Türk milletinin çıkacağını söylemek,
çok aşın bir 'kehanet' olarak görünürdü.
Okuyucuya bu devrimsel değişiklik üzerinde bazı izle­
nimler verebilmek için -bu izlenimler olmazsa bugünkü Tür­
kiye, ilginçliğinin büyük bir kısmını yitirir ve hemen hemen
anlaşılmaz bir duruma gelir- kitabın ilk bölümünde Osmanlı
İmparatorluğu'nun geriye doğru 1774'e kadar tarihi, 1774 ile
1919 arasında Batı etkisinin meydana getirdiği çalkantılar an­
latılmaktadır.
Kitabın ana bölümünde ise 1919-1922 savaşı ve devrimi,
soma da 1923 Lozan Antlaşması'mn ardından biçimlenmek­
te olan Türkiye ele alınmaktadn. Türkiye'yi, geçmişteki ve bu­
günkü biçimi ile ortaya koymadan önce, bir buçuk yüzyıl ön­
cesinde Batılılann gözlerine nasıl göründüğünü hatırlatmakta
yarar vardır. Arada pek çok olayın geçmiş olmasına rağmen,
bugün bile ülkesi ve halkı ile doğrudan doğruya temas etme­
miş Batılılann çoğunun kafasındaki 'Türkiye görünüşü' budur.
"Türkiye" deyince, biz Batılılann aklına ne gelmektedir?
Çoğumuz için Türkiye, 'halı, tütün, incir ve lületaşından pipo'
demektir. Eğer bir iş adamıysak, Türkiye'yi İngiliz mallan için
17
bir pazar olarak görürüz. Her iki durumda da Türkiye ile ilgi­
li düşüncemiz ticarîdir. Fakat hiçbir zaman, ilk düşünce ola­
rak, Türkiye, her yıl İngiltere'nin bir mal gönderdiği ve buna
karşılık da bazı egzotik mallar satın aldığı bir yerdir.
"Türkiye" deyince aklımıza gelen ikinci düşünce de coğ­
rafidir. Bize göre, harita üzerinde Türkiye önemli ticaret yolla­
rının geçtiği ve bazı stratejik noktaların bulunduğu bir bölgedir.
Batı Avrupalı bakımından, Avrupa ile Asya'yı birleştiren
iki kara köprüsü vardır. Güneydeki Türkiye, Kuzeydeki ise
Rusya'dır. Oysa, Rus köprüsü devamlıdır. Türk köprüsü ise Bo­
ğazlar ve Marmara Denizi ile kesilmiştir. Aynı zamanda, bu
deniz ve boğazlar, Batı için, Güney Rusya'ya, Kafkasya'ya ve
aşağı Tuna havzasına ulaşan önemli ticarî ve stratejik yollar-
: : Her iki yol -kuzeybatıdan güneydoğuya uzanan karayolu
gjmeybabdankuzeydoğuya uzanan deniz yolu- Çanakka­
le ve İstanbul'da birbirlerini kesmektedirler ve bunun anlamı
da, bizim için birkaç tarihî cümle içinde bulunmaktadır: "Bo­
ğazlar Sorunu", "Çanakkale Savaşları", "Hindistan Yolu" ve
"Bağdat Demiryolu".
Bu değişik fikir çağnşımlan üzerinde düşünürsek Türki­
ye'nin bizim için, Avrupa Sistemi'nin büyük devletlerinin ti­
carî, ekonomik, siyasal ve askerî faaliyetlerinin bir alanı, bir
"no-man's land" Olduğunu görürüz. Bu, Batı dünyasının sınır­
ları dışında öyle bir alandır ki, üzerinde Batılılar zaman zaman
birbirleriyle tehlikeli bir şekilde çatışmaya düşmekte ya da bir
boşluk meydana getirdiğinde, komşu olduğu için, Avrupa'da
kurulmuş olan 'nazik kuvvet dengesi'ni bozmaktadır. Başka
bir deyimle, Türkiye'ye kendi dünyamız, alışveriş ve coğraf­
ya açısından bakmakta, onu kendi açısından ve insanlık yönün­
den görmemekteyiz. Üstelik ülkeye kendi adlarını vermiş olan
Türkleri bile zihnimizden tamamen çıkarmaktayız.
18
Bununla beraber, Türkleri taradığımızda da onlarla ilgili
çok aşırı yargılara varıyoruz. Genellikle İngilizin kafasında
Türke takılan sıfat "Konuşmaya lâyık olmayan adam"dır. Bu
yaygınlaşmış önyargıya kaçınılmaz bir tepki doğmakta ve ba­
zı İngilizler için de Türk, normal İngilizde bulunmayan bütün
erdemleri kendinde toplamış "mükemmel bir centilmen" ol­
maktadır. Tabii, her iki iddia da aşındır ve bunlar Türkleri ken­
dileri gibi insanlar olarak görmeyi başaramayanlardan çıkmak-
tedm Bu çabalar Türkleri olduklan gibi görmek için değil,
duyguların deşarjı için harcanmaktadır. Yaygın "konuşmaya lâ­
yık olmayan Türk" fikri kendilerini erdemli görmek isteyen­
lerin duygularım tatmin ermekte, bunun tersi olan "Centilmen
Türk" fikri de yaygın bir önyargıya karşı çıkmak isteyenlerin-
kini okşamaktadır. (Her toplumda, genel yargılara karşı çıkmak
arzusunu tatmin etmeyi aramayan bir azınlık vardn.) Fakat her
iki taraf da "kötü adam" ya da "kahramanı" gerçekten kendi­
lerinden ayn yaratıklar gibi ele almaktadır. Çünkü onlar Tür­
kü, kendileri gibi etten ve kandan yapılmış, kötülüğü de, iyili­
ği de bilen, mutlu olabilen ya da acı çekebilen yaratıklar ola­
rak görememekte, ciddiye alamamaktadırlar.
Bu şartlar içinde, modern Türk tarihinin eğiliminin Batı­
da yanlış anlaşılmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bu yüzden
de Batılı gözlemcilerin Türkiye'nin yakın geleceği üzerine
yaptıklan 'kehanet'ler hep yanlış çıkmıştır. Son bir buçuk yüz­
yıl içinde Türk tarihine egemen olan batılılaşma hareketi o ka­
dar yeni ve devrimci olmuştur ki, en keskin ve en yakınlık du­
yan gözlemci tarafından bile kolayca yanlış anlaşılabilirdi.
Batılı gözlemcilerin Türkiye'ye bakmak için seçtikleri bu
durum, insanlık dışı olmasa bile, yanlış anlamayı çok daha ka­
çınılmaz hale getirmiştir. Bu, belki pek azımızın farkında ol-
19
www.cizgiliforum.com
enginel
duğumuz bir durumu açıklar. Fakat şurası da bir gerçektir: Ge­
riye doğru daha geniş bir açıdan bakacak geleceğin kuşakla­
rı bunu olağanüstü bir 'paradoks' olarak göreceklerdir.
Türkiye 'deki, 1914-1918 Büyük Savaşı'ndan beri en yük­
sek noktasına ulaşan batılılaşma hareketi, modern dünya mil­
letleri arasında Batı uygarlığının gücüne tanıklık etmektedir.
Buna rağmen, bu milletlere ilk hareketi veren Batı, görüldüğü
gibi, kendi sağ elinin ne yaptığının farkında bile olmamıştır.
Türkiye'nin modern tarihinin ana olayı şudur: Bizimkin­
den tamamen değişik bir tarihsel geçmiş ve sosyal sistemden
hareket eden Türkler, son zamanda insan gücünün izin verdi­
ği bir hızla bizim alanımıza gelmeye başlamışlardır. Fakat Ba­
tılı gözlemcilerin çoğu, Türklerin ilerledikleri yönde yanılmış­
lar ve onlara bu yöne doğru yol gösteren yıldızı görememiş­
lerdir. Bu körlüğün nedeni, Türklerin bu maceralı yola çıktık­
ları ilk noktaya objektif bir bakış atmakta gösterdikleri başa­
rısızlıktır.
Türklerin tarihsel geçmişleri ile bizimki arasındaki derin
farkları gören Batılı gözlemciler, pek ender olarak durup her
iki geçmişin de, aynı şekilde, belirli bir insan toplumunun be­
lirli bir çevreye tabii uyumu ile doğduğuna bakabilmişlerdir.
Batılı gözlemciler, kendilerine sübjektif olarak ters göründü­
ğü için Türk geçmişinin genellikle 'gayri tabii' olduğuna hük­
metmişlerdir. Hemen hemen dinsel olan bu varsayımın etkisi
altında, Batılı gözlemciler, gözleri önünde geçen olaylardan
yanlış sonuçlar çıkarmışlardır.
Türklerin bizimkinden değişik bir geçmişi olması ve son
zamanlarda da bir değişme ve dert devresinden geçmekte ol­
duğu ' vakıa'larma dayanan Batılı gözlemciler, Türkiye'nin bir
evrim geçirişini görememişler ve hemen günahlarının Allahın
20
emrettiği cezayı ödemekte olduğu sonucuna varmışlardır. "Gü­
nahın bedeli ölümdür" ve "Avrupa'nın Hasta Adamı" sıfatı ta­
kılmış olan Türk, sonu ölüm olan bir hastalığa yakalanmıştır.
Türk'etakılan "Hasta Adam" sıfatının garip bir tarihi var­
dır. Bu sıfat, Batılı zihnindeki Türk görüntüsünün değişmesine
yol açmıştır. 1683 'teki İkinci Viyana Kuşatması ile 1774'de im­
zalanan barış antlaşması sonucu Rusların Karadeniz kıyılarına
yerleşmeleri arasmda geçen süre içinde Batılıya göre asıl gü­
nahkâr kendileriydi; Türkler onları cezalandırmak için Allah'ın
bir gazabı olarak üzerlerine salınmıştı. Türkler hakkındaki ye­
ni sıfat, 1853'te St. Petersburg'da Çar I. Nikola tarafından, İn­
giliz büyükelçisi ile yaptığı bir konuşmada kullanılmıştır.
Çar, "Elimizde hasta bir adam var, çok hasta bir adam...
Her an ellerinizde ölebilir..." demişti. O günden itibaren hasta
adamın her an ölmesi, komşuları -bazıları sevinç, bazıları da
endişe içinde- ve herkes tarafından hiçbir kurtuluş ümidi kal­
madığı düşünülerek beklenmiştir. Ölüm 1876'da, 1912'de ve
tam bir güven içinde de 1914 yılında beklenmiştir. Ve Türkler
sağlık ve güçlerinin yerinde olduğunu 'muzaffer' Müttefikle­
re Lozan Barış antlaşmasını imzalatarak ispatlamışta Buna
karşılık yine de Türkün sinsi bir hastalıktan öleceğine kesin­
likle inanılmıştir. Kimi Türkiye'nin üç kuşak içinde frengiden
kırılıp yok olacağım, kimi Türkün söküğünü dikmekten, loko­
motiflerini işletmekten 'âciz' olduğunu ve -yabancı azınlıklar
da ülkeden atıldığına göre- ekonomik ehliyetsizlik içinde bo­
ğulup gideceğini ileri sürmüştür. Bu "Hasta Adam" teorisin­
de inat edilmesi, Batının Türkiye karşısındaki tutumunun ne
kadar çok önyargılara dayandığını, objektif vakıalara ne kadar
az önem verildiğini -olayların da ispatladığı gibi- en güçlü bir
şekilde göstermektedir. Bu kitabı yazarken Çar Nikola'nın
21
Türkler için "Hasta Adam" sıfatını kullanması üzerinden aşa­
ğı yukarı 73 yıl geçmiştir (1). Bugün Çarlık yalnız St. Peters-
burg'dan değil, Rusya'dan da kalkmıştır. Ama "Hasta Türk",
yatağım yorgamm İstanbul 'dan toplayıp Ankara'ya gitmiştir ve
görüldüğü gibi bu hava değişimi ona pek yaramaktadır.
Böylece, Türk, Türkün ne olacağı konusunda Batımn
kendi zihninde yarattığı görüntüye bir türlü uymayarak Batı­
lıyı hep şaşırtmıştır. İki toplumun kişileri teker teker karşı kar­
şıya geldikleri ender zamanlarda da bu şaşkınlık çok daha bü­
yük olmuştur. Batılıya, Türkün Hint-Avrupa dillerinden biri­
ni konuşacak yerde garip bir Turan dili konuştuğu, Lâtin harf­
leri ile soldan sağa doğru yazacak yerde, Arap harfleri ile sağ­
dan sola doğru yazdığı ve Hristiyan olmak yerine Müslüman
olduğu öğretilmiştir. Aklı bunlarla doldurulmuş bulunan Ba­
tılı, yassı burunlu, kayış gibi derili, çekik gözlü, nallarının bas­
tığı yerde ot bitmeyen ata binmiş bir yaban adamı ya da ba­
şında kubbe kadar büyük bir sarıkla sırtında çadır kadar bü­
yük bir kaftan bulunan; peşine taktığı bir sürü peçeli kadın ile
sakalını uçura uçura dolaşan bir insan azmam ile karşılaşma­
yı beklemektedir. Batılı hiçbir zaman, kendi dinlerinden olan
Macarlar ve Finliler gibi ulusların da Turan dilleri konuştuk­
larını, Arap yazısının çok eski ve güçlü bir yazı olduğunu, din
bakımından Müslümanlığın tek Tanrı tanıdığını, Kalvinistler
gibi kadere inandığını, Protestanlar gibi Kur'an'm aynen uy­
gulanmasını istediğini düşünmemektedir. Bunun sonucunda
Batılı, Türk diye beyaz tenli, kendi gibi giyinen, Fransızcayı
İngilizler ve Amerikalılardan çok daha iyi konuşan, yakışıklı
görünüşlü bir Avrupa tipi ile karşılaşınca şok geçirmektedir.
(1) Toynbee'nin bu kitabının ilk yayınlanış tarihi 1924'dür.
22
Elbette bu kitabı okuyanların çoğu Mustafa Kemal'in fo­
toğraflarını görmüşler ve her halde Türkiye Cumhurbaşkanı­
nın görünüş bakımından ulusunu temsil edip etmediğini dü­
şünmüşlerdir. Bu sorunun cevabı olumludur. Sarışın, gri göz­
lü, açık tenli, düz burunlu "Alpli" ya da "Kuzeyli" tipi belki
de Türkler arasmda esmer "Akdenizli" tipinden daha yaygın­
dır ve bugün Türkiye'de pek az olan "Moğol" tipinden de
uzaktır. "Moğol" tipine Anadolu'nun çok içerlerinde rastlan­
maktadır. Türkiye'de kıyılardan içerlere doğru yolculuk eden
ve sözgelişi, izmir'den Afyonkarahisar' a giden bir yabancı, ırk
farkları bakımından Avrupa'da Riviera'dan Normandiya'ya
ya da Bavyera'ya,giden bir yolcudan daha değişik izlenimler
edinmektedir.
Türkiye'de bir yolcu batı kıyısından Anadolu'nun içerle­
rine doğru ilerledikçe fizik görünüş daha açık renklere doğru
değişmektedir. Yani, yolcu sanki Orta Asya'ya doğru değil de
Kuzey Avrupa'ya gidiyormuş gibi bir izlenim edinecektir.
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nda egemen yönetici sını­
fındaki Türklerde, belki Orta Avrupa'dan, Rusya'dan ve Kaf­
kaslardan Slavların ithal edilmiş olmalarının etkisi görülebi­
lir. Fakat bugünkü Türk halkının çoğunluğu doğrudan doğru­
ya ve daha somadan Türkleşmiş olan, eski Anadolu halkla­
rından, Etiler, Frikyalılar ve Bizanslılardan gelmektedir. Bu­
güne kadar elde ettiğimiz bilgilere göre, ırk değişimi çok de­
rin olmamıştır. Bugünkü Türk ulusunda görülen fizik nitelik­
ler Milâttan önce onbirinci ve hatta onaltmcı yüzyıllarda da
egemen tipleri meydana getirmekteydi. Daha somaki Osman­
lı toplumunun çekirdeğini teşkil eden ve Orta Asya steplerin­
den kalkıp Kuzeybatı Anadolu'ya yerleşen Türkler de görü­
nüşleri bakrmından saf Moğol tipinde değillerdi.
23
Orta Asya steplerinin göçebeleri yalnız Moğollardan de­
ğil, bunların etrafında bulunan her türlü tiplerden meydana gel­
mişlerdir ve tarihin başlangıcında, dünyanın bu bölgesinde
"Nordik" (Kuzeyli) tipinin Çin sınırlarına kadar daha hâkim
bir tip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Türklerin değişik tip-
lerdeki atalarının bugünkü karışmış Türklerde görülen tipler­
den daha değişik olduklarını ortaya koyacak bir delil yoktur
ve şüphesiz Türkler, kütle olarak "Beyaz Irk"a mensup bu­
lunmaktadırlar.
Şurasım da belirtmek gerekir; fizik görünüş sorunu, sa­
nıldığından daha az önemlidir. Yaygın bir inanca göre "Beyaz
Irk" ve Batı toplumu bhbirinin aymdır. Yani, bütün Batılılar
beyazdır ve bütün beyaz insanlar da Batı uygarlığının çocuk­
larıdır. Gerçekte bu, tam bir yanılmadır. Yeni dünyada, sözge­
lişi, Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizce konuşan, Pro­
testan Kilisesinin Metodist kolundan zenciler; Meksika ve
Brezilya'da, dinleri Katolik, dilleri Lâtinceye dayanan renkli
insanlar vardır ve bunlar kültür bakamından Batılıdırlar. Bu­
na karşılık, eski dünyada, batı kültürü dışmda olan değişik be­
yaz uluslar vardır ve her zaman da olmuştur. Bugünün eski
dünyasında, Rifîler, Kürtler ve daha iyi bir örnek olarak, Hin­
distan'ın kuzeybatı sınırındaki halklar ya da Japonya'nın ku­
zeyindeki Ainular gibi toplumsal şartlan atalanmızm onsekiz
yüzyıl öncesinin şartlarına benzer beyaz barbarlar bulunduğu
gibi, Ruslar ve İranlılar gibi Batı uygarlığından olmayan fa­
kat uygar beyazlar da vardır.
Bunlann yanı sıra, bir uygarlığı bir kenara bırakıp başka
bir uygarlığa geçmeye çalışan Türkler gibi beyazlar da bulun­
maktadır. Kitabımız bunları ele almaktadır.
Ne kadar gariptir; Türkler beyaz insanlar olmakla beraber,
24
başka renkteki insanları eşit görmeyi reddeden Batı dünyasının
Protestan beyazlarından, özellikle bunların İngilizce konuşan­
larından aksi bir tutum içindedirler. Bu bakımdan, Türkler Ba­
tı toplumunun Lâtin asıllı üyelerine benzemektedirler. Fransız
ordusunda olduğu gibi, Türk ordusunda da renkli bir subayın
beyazlara komuta emğini görmek, bir anormallik değildir. Türk­
ler arasındaki bu ırk hoşgörüsü eski bir İslâm geleneğidir ve Ba­
tılılaşma dalgasının bu geleneği ortadan kaldırması da pekmuh-
temeldir. Fakat Türkler, Batı uygarlığım Amerikan biçimi ile de­
ğil de, Fransız biçimi ile kabul ettiklerinden, bnakmakta olduk­
ları uygarlığın en üstün taraflarından biri olan bu hoşgörüyü tam
kaybetmeyecekleri konusunda yine de ümit vardır.
Türkiye ve Türkler hakkındaki bugünkü Batı inamşlarımn
değiştirilmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz söyledik. Şimdi
bunun neden böyle olduğunu anlatalım: Nedeni şuduı, Batılı
gözlemcilerin çoğu Türkiye'ye dışardan, Batı dünyasına yas­
lanmış bir anormal şişkinlik gibi bakmaktadnlar. Bu açıdan ba­
kıldığında, Türkiye çözümlenmesi imkânsız bir sınır olarak gö­
rünmektedir. Bu kitabın geri kalan kısmında, kendimizi bu Ba­
tı açısının dışına çıkarmaya çalışacağız ve ayaklarımıza Türk
ayakkabılarım (daha doğrusu giyip çıkarması bizim çizmeleri­
mizden çok daha kolay olan Türk pabuçlarım) giyip, dünyaya
Türklerin gözü ile bakacağız. Bunu başarabildiğimiz takdirde,
yalnız Türkleri daha iyi anlamakla kalmış olmayacağız; kendi
uygarlığımızı da yeni bir ışık altında göreceğiz. O zaman Batı,
gözlerimizde, Rusların, Çinlilerin, Türklerin, Hindulann gör­
dükleri gibi canlanacaktır. O zaman karşımıza, bir dev enerji­
sine sahip, etkileyici bir yabancı güç ve inkâr edilemiyecek hat­
ta hayret verici bir varlık olarak çıkacaktır.
Bu arada, "Hasta Adam" olmakla beraber, Türklerin has-
25
talığmın hiçbir zaman öldürücü olmadığını da ortaya çıkara­
cağız.
Çar Nikola, teşhisinin bu ikinci ve daha heyecan verici
kısmında çok ileri gitmiştir. Çünkü hastalığın belirtilerinin
anlamını kavrayamamıştır. Tabiat bilgisi olmayan bir kişi, de­
risini değiştiren bir yılan gördüğünde, hayvanın derisini kay­
bettiği için bir zamansama tekrar eski durumuna geçeceğine
inanmaz. Bu inancına bir gerekçe olarak da, bir insanın ya da
başka bir memeli hayvanın, derisi yüzülmek talihsizliğine uğ­
radığında da yaşadığının hiç görülmediğini söyler. Evet, bir
panterin postundaki benekleri ve bir Habeş'in derisinin ren­
gini değiştiremeyeceği kanısı doğrudur. Fakat tabiat meraklı­
sı kişi daha derin bir inceleme yapmış olsaydı, yılanın her iki­
sini de yapmasının çok tabii bir olay olduğunu öğrenirdi. El­
bette deri değiştirmek yılan için de güç ve rahatsız edici bir
iştir. Bir süre için dış etkilere açık kalmakta, hayatı, sadece düş­
manlarının merhametine bağlı kalmak tehlikesine düşmekte­
dir. Bu arada, şahinlerin ve kargaların elinden kurtulabilmiş-
se; yalnız sağlığına yeniden kavuşmakla kalmamakta ve ze-
hiri daha da güçlenerek yeni bir gençlik elde etmektedir. -
Bunun en yeni örneği Türklerdir ve onlar için "Hasta
Adam" yerine "Deri değiştiren yaratık" demek, durumları için
çok daha uygun düşmektedir.
Bu kitabın amacı, yeni derileri altında Türkleri daha iyi
anlatabilmektir. Türkleri daha iyi anlayabilmek için de onun
geçmişte ve şimdi ne olduğunu; ayrıca eski derisini nasıl atıp
yenisini yine nasıl sırtına geçirdiğini incelememiz gerekmek­
tedir. Kitabın bundan somaki bölümlerinde, yeni Türkiye'nin
derinliğine bir incelemesine geçmeden önce eski Osmanlı İm-
paratorluğu'nu ve son bir buçuk yüzyıldır süregelen bu deri
değiştirme olayım ele alacağız.
26
İKİNCİ BÖLÜM
ESKİ OSMANLI İMPARATORLUĞU
(1299-1774)
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun kurumlan özellikle iki
kaynaktan gelmektedir: Birincisi, Orta Asya steplerinin hayvan­
cılıkla geçinen göçebe toplumlan uygarlığı, ikincisi de İslâm
uygarlığıdır. Moğollar önünden kaçan birkaç yüz göçebe, Ana­
dolu yaylasının kuzeybatı ucunda ve onüçüncü yüzyılda Osman­
lı Devleti'nin temellerini atmışlardır. Yurtlarından sürülmüş
olan bu göçebeler, Seyhun ve Ceyhun havzasından çıkıp Ana­
dolu'nun kuzeydoğu kanadından girerek İslâm dünyasının öbür
ucundaki yeni yurtlarına gidinceye kadar süren uzun geçiş dö­
neminde, o zamanların Marmara denizi kıyılarında Bizans uy­
garlığı ile yanyana yaşayan İslâm uygarlığının etkisi altında
kalmışlardır. Osmanlıların kurduklan ve bütün Ortadoğuya yay-
dıklan yeni toplumun dayandığı iki unsurdan biri, Batı için bü­
tünüyle yabancıydı. İkinci unsur ile de sadece geçici bir süre, o
da daha çok düşmanca bir biçimde ilişki kurmuştu.
Orta Asya'nın özel şartlannın kurulmasına yol açan ku­
rumlar (bunlar Osmanlılar tarafından yeni aşama şartlanna uy­
durulmuşlar ve soma sistemlerinin en başta gelen özellikle-
27
rinden olmuşlardır) Batı dünyasında hiçbir zaman yerleşeme-
mişlerdir. Daha önce Batıya gelmiş olan Hunlar, Moğollar gi­
bi göçebeler, Macarlarda olduğu gibi, kendi etkilerinin izleri­
ni bırakmadan yeni çevrelerinin şartlan içinde erimişlerdir. Os­
manlı toplumunun ikinci unsuru olan îslâm da -isteyerek- Ba­
tı Hristiyanlığma yabancı kalmışta.
İslâm'ın, son aşaması olduğu eski Ortadoğu uygarlığı ile
eski Yunan-Roma uygarlığından doğan modern Batı uygarlı­
ğı arasında, zaman zaman karşılıklı etkilenmeler olduğu doğ­
rudur. Ortadoğunun Büyük İskender tarafmdan fethi, sonun­
da Yunan-Roma dünyasının Doğu Hristiyanlığmca kültür yö­
nünden fethedilmesine yol açmıştır. İfadesini artık İslâm'da
bulan Doğu da, eski topraklannı silâh gücü ile yemden ele ge­
çirdiğinde Yunan bilim ve felsefesinin manevî etkisi altına
girmiştir.
Bundan soma bu fethin meyveleri İslâm kanallarından
Batı'nın genç toplumuna geçmiştir. Bukarşılıklı alışverişin bü­
yük önemi vardır. İki toplum arasındaki düşmanlık, bir tara­
fın İslâmlığı, öbür tarafın Hristiyanlığı kabul etmesinden son­
ra süregelen uzun mücadelelerin tabii bir sonucu olmakla be­
raber, bu düşmanlıkla alışverişler, birbirinin içine girmelerden
ötürü daha da artmıştır. Her iki toplumda bulunan ortak un­
sur, tarafların birbirlerini doğru yoldan aynlmakla suçlama­
larına yol açmıştır.
Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun bu iki kültürel kökü,
Batı toprağından doğmuş yeni toplumlara yabancı kalınması,
hatta düşman olunması sonucunu vermiştir. Osmanlı kurum­
larının bu Batılı olmayan, hatta Batı düşmanı karakteri, bun­
lar incelendikçe daha iyi bir biçimde görülecektir.
28
www.cizgiliforum.com
enginel
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kurumlarda göçebe­
lik çok daha belirlidir ve bu unsurun anlaşılması bazı önyargı­
lar yüzünden güç olmaktadır. Yerleşmiş uluslarda yaygm ve çok
defa yanlış olan bir inanca göre, göçebe hayat ilkel bir hayat­
tır. Bu inancın gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Steplerin hayvan­
cılıkla geçmen toplumları, avcılıkla geçinenlerin ya da tarım
yapanların tutunamayacaklan bir fiziksel çevre içinde yaşama­
larım sürdürmektedirler ve bunu başarmak için de çok karışık
ve sıkı bir uygulamayı gerçekleştirmektedirler. Nitekim, insa­
nın ilerlemek için geçebileceği yollardan biri olan göçebe ya-
şamımn zayıf noktası, ilkel bir seviyenin üstüne çıkamamak de­
ğil; aksine, çok karışık bir sosyal örgütlenme ile, belli bir çev­
rede tam bir denge sağlamaktır. Böyle bir denge, dengesizlik
unsurunu ortadan kaldırmakta ve daha iyiye ya da kötüye doğ­
ru değişmelere kapıyı kapamaktadn. Gerçekte, göçebeler in­
san ailesinin karmcalanyla anlarıdır. An kovamnda ya da ka­
rınca yuvasında olduğu gibi göçebe toplumlarda da toplumu
meydana getiren değişik tipteki bireyler, bütün faaliyetlerinde
sıkı bir askerî disiplinle "koordine" edilmişlerdir ve bütün ha­
reketlerinde stratejik bir plâna uymaktadırlar. Steplerde hayat
ancak çobanlar, hayvanlar ve köpek, deve, at gibi eğitilmiş
hayvanlar arasmda kurulan ilişkilerin tam işlemesi ile sürdü­
rülebilir. Çobanların hayvanlarım kontrol edebilmeleri için eği­
tilmiş hayvanların bunlara hizmet etmeleri gerekmektedir. Top­
lum, sayı üstünlüğünü dorukta tutabilmek için değişik mevsim­
lerde, değişik yerlerde otlakların gelişmelerinin azamisine u-
laşmalannı izlemek zorundadır. Otlak aramak için yapılan y-
er değiştirmeler çok önceden plânlanmıştır ve bunian bulmak
için önderlerin çok ehliyetli ve tecrübeli olmalan gerekmekte-
29
dir. Tıpkı bir ordu komutanının kuwetlerinin hareketini plân­
laması gibi. Hareket, genellikle bazan binlerce kilometre uzun­
luğunda yıllık bir yörüngeyi izlemektedir. Bu, başıboş bir do­
laşma değil, ritmik bir harekettir. Aynı hareketlere ileri yerleş­
miş toplumlarda da rastlanmaktadır. Sözgelişi, İtalyan işçile­
rinin gemilere binip Arjantin ve kuzey ülkelerine ürün kaldır­
maya gitmeleri ya da Batı'mn büyük şehirlerindeki banliyö­
lerde oturan işçi ve memurların her gün şehrin merkezine akın
etmeleri gibi. Göçebelik çok gelişmiş ve çok sıkı örgütlenmiş
bir hayat şeklidir. Daha ileri aşamalar yapabilmek bakımından
sonu karanlık bir yol gibi görünmesine karşılık, tabii çevresi
içinde en ekonomik yaşama biçimidir.
İklim midir, yoksa başka birşey mi, sebebi hâlâ karanlık
olan bu esrarlı ve ritmik hareketler, birdenbire alışılmış yıllık
yörüngesinden çıkıp göçebe bir toplumu steplerden yerleşmiş
bir toplumun topraklarına atınca ortalık karışmaktadır. Göçe­
be, bundan soma fetihlere başlamaktadır. Steplerde yaşamını
sürdürmek için geliştirmiş olduğu disiplin ve örgütçülük onu,
önünde durulmaz bir kuvvet haline getirmiştir. İlk başta, ken­
di şartlarına yabancı bir çevre içinde tarımcı ve tüccar toplum­
lara savaş açmakta ve bunları egemenliği altına almaktadır. Bu
yabancı çevre içinde, göçebenin enerjisi, daha sonraları sürü­
leri yönetmekten bir imparatorluğu yönetmeye dönmektedir.
Ayrıca bütün insanların yaptıkları gibi, karşılaştığı bu yeni
problemi geçmişte edindiği tecrübeleri uygulayarak çözmeye
çalışmaktadır. Kendisini hâlâ bir çoban olarak görmektedir, a-
ma bu defa hayvanların değil, insanların çobanı olarak. Ko­
yunlarla sığırlardan daha yumuşak başlı olan bu insan sürüle­
rini kontrol altında tutabilmek için de önceleri köpekleri son-
30
ra develerle atlan eğitmesi gibi, insanlar arasından seçtiği "ço­
ban köpekleri"ni yetiştirmektedir. Kendisine yardım edecek
bu tür insanlan yetiştirmek için de vaktiyle atalannın yardım­
cı hayvanlan yetiştirmede harcadıklarından daha çoğunu tü­
ketmekte ve dolayısıyla daha büyük fedakârlıklarda bulun-
maktadtf (1).
Bilinen bütün göçebe imparatorluklannda uygulanan sis­
tem bu olmuştur ve Osmanlılar bunu kendilerinden öncekiler
ve çağdaşlarından çok daha etkili bir biçimde uygulamışlar­
dır. Bunun nedeni, belki de, kendilerinin küçük bir azınlık teş­
kil etmeleri, egemenlikleri altına aldıklan ulusların çok zeki
ve çok daha uygar olmalan ve böyle bir ortam içinde korun­
mak amacıyla daha büyük çabalar harcamalandır.
Bunun yam sıra, göçebe imparatorluğu sistemi, en geliş­
miş biçiminde bile, bünyesinde kendi çürümesinin tohumlan­
ın taşımaktadır. Çünkü bu sistem iki yönden tabiata aylandır.
Birincisi, steplere özgü bir yaşama biçimim, -bu biçim çevre
içinde en ekonomik olanı ve tek yaşama imkânım verenidir-
krrlar ve şehirler dünyasına yerleştirmeye çalışmak teşebbüsü­
dür. Oysa bu biçim, yeni çevre içinde ekonomik değildir ve hem
gelişmiş, hem de kendi kendine yeter hale gelmiş toplumu çok
önceleri geçirmiş olduğu bir döneme geri çevirmek demektir.
ikincisi, insanlarla ilişkilerde, hayvanlarla olan ilişkileri
örnek alıp bunlan insanlara kütle halinde uygulama teşebbü­
südür. İnsan tabiatı böyle bir tutuma er ya da geç başkaldıra­
caktır. Nitekim dört yüzyıl soma (1373- 1774) Osmanlı îm-
(1) Bunlara Arapça reaya denmektedir. Bu sözcük Arabistan'da impara­
torluklar kurmuş Orta Asyalı ve Moğol göçebelerden alınmıştır. Giderek de Hin­
distan Moğollanndan İngilizceye geçmiştir ye bugün Ingilizcede kullanılan' 'ry-
ot" sözcüğü de buradan gelmektedir.
31
paratorluğu'nun çökmesi başlamıştır. Buna rağmen benzerle­
rinden çok daha bilimsel bir biçimde kurulmuş olmasından
ötürü kadere daha uzun bir süre karşı koyabilmiş, Hun, Avar,
Moğol ve Hint- Moğol imparatorluklarına göre dağılmaya
karşı daha çok azimle savaşmıştır.
Kısacası, göçebe imparatorluklanmn metodu, yerleşmiş
uyruklarrmn çoğunluğuna "insan sürüleri" muamelesi yapmak­
tır. Bunlar zaman zaman "sağılır", "kırkılır" ve en küçük bir
itaatsizlik belirtisi gösterdiklerinde de amansız bir baskı altma
alınırlar. Bunun dışmda kendi hayatlarım yaşamaya bırakılırlar.
Bunların kontrolü da, gerek savaş esirleri arasından seçilmiş,
gerek esir tüccarlannca sağlanmış ve gerekse sürü yetiştirmek
için -bir kuzunun koyundan, bir buzağının inekten aynlması gi­
bi- zaman zaman çekilip alınmış çocuklardan meydana gelme
bir seçme "çoban köpekleri" aracılığı ile yürütülür.
Osmanlı sisteminde "çoban köpekleri", "insan sürü-
sü"nden bilerek ve her bakımdan bütünüyle ayrı tutulmuşlar­
dır. Bunlar toplumun pasif üyeleri değil, devletin gerçek gü­
cü olmuşlardır. Aynı zamanda da, üzerlerine düşeni yaptıkla­
rı sürece kendi hayatlarını yaşamalarına izin verilmesine rağ­
men, sıkı ve şaşmaz bir disiplin altında tutulmuş; sorumluluk-
lan arttıkça da benliklerine daha az sahip olmaları sağlanmış­
tır. Mesleklerinin başından sonuna kadar, paşa, vezir olduk­
tan soma onlara, kendilerinin, kanlarının ve çocuklarının ve
sahip olduklan her şeyin devlete ait olduğu sürekli ve çırak­
lık devirlerindekinden de daha çok hatırlatılmıştır.
Göçebe imparatorluklanmn çoğunda devlet demek otok-
ratik bir hükümdar anlamına gelmektedir. Bu yüzden ölümle­
rinden sonra bütün mallar efendiye geçer. Efendi isterse, ben-
32
desini mevkiinden uzaklaştırarak istediği zaman malına, mül­
küne ve hatta hayatma el koyabilir. Bununla beraber, hayvan
benzerinin aksine, "Çoban köpeği" efendisi ile aynı cinsten
olduğu için göçebe imparatorluklarının çoğunda, hükümdar
ailesi ile bunun gücünün dayanmakta olduğu bendelerin bir­
birlerine karışması eğilimi ortaya çıkmaktadır. Sözgelişi, Mı­
sır'da Memlûk (Arapçada bu sözcük mülk parçalan anlamına
gelmektedir) adı verilen esir bendeler, Selâhattin Eyyubi'nin
mirasçılannm elinden iktidan almışlardır. Böylece 1250'den
1811'e kadar Mısır, önce esirden efendilerinin yerini alan,
soma bunlann esirlerinin efendilerine hâkim olarak yeni efen­
diler haline gelmelerine dayanan bir sistemle yönetilmiştir.
Yine Ortaçağ Hindistam'nda, Orta Doğuda olduğu gibi
İslâmlığın eski göçebeler arasında yayılması üzerine Delhi'de
82 yıl" süre ile (1206-1287) bir dizi "esir kırallar" görüyoruz.
Taht, babadan oğula değil, efendiden esire geçmiştir.
Savaşlarda esir düşen ya da esir tüccarlanndan satın alı­
nan çocuklar sıkı bir eğitimden geçirilip tahta oturmaya lâyık
olduklanm ispat edebildikleri takdirde kral olabilmekteydiler.
Osmanlı împaratorluğu'nda ise, devlete ve toplumun hâ­
kim unsuruna adını vermiş olan kurucunun torunlan, 1922 yı­
lma kadar tahtı başkalanna vermemişlerdir. Fakat XV yüzyı­
lın başlarından beri Osmanlı sultanlan meşru evlilikler yap­
mayı bırakmışlar ve yalnız erkek esirler gibi elde edilmiş, se­
çilmiş ve yetiştirilmiş " cariye "lerden çocuk sahibi olmuşlar­
dır. Böylece esirlik müessesesinin Sultan Mahmut II. (1808-
1839) tarafından kâldınlmasına kadar Osmanlı İmparatorlu­
ğu hükümdarlanmn kendileri de birer esir, daha doğrusu, ana
tarafından, babalarının esirlerinin çocukları olmuşlardır.
33
Bu sistem, Sultan Mehmet Il.'nin neden mirasçılarına
tahta çıktıkları zaman erkek kardeşlerim öldürmelerini salık
vermiş olduğunu çok iyi anlatmaktadır. Hükümdar ailesi de,
esir bendeleri ve onların altındaki "insan sürüsü" gibi ehlileş-
tirilmiş hayvanlar örneğine göre muamele görmüştür. İşe ya­
ramayanlar -nesli devam ettirecek en sıhhatli ve güzel kedi yav­
rusunun seçildikten sonra diğerlerinin suya batınlıp boğulma­
ları gibi ortadan kaldırılmalıydı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun sağlamlığı, düzenli çalışma­
sı; saray bahçıvanından sultanın kendisine kadar, Hristiyan
bendelerin eğitimine dayanmıştır. Savaşlarda esir düşmüş ya
da bu sistemden geçmiş, sonra Batı'ya kaçmış Hristiyan ço­
cuklarından bu eğitim sistemiyle ilgili ilk elden bilgilere sa­
hip bulunuyoruz. Bu bilgileri bizlere sağlayanlardan biri
Schiltberger adındaki bir Alman gencidir. Schiltberger, 1397
yılında Niğbolu savaşında esir düşmüş, Enderun'a alınmış ve
1402'de Ankara Savaşı'nda Osmanlı ordusu saflarında Ti­
mur'a karşı savaşırken bir kere daha esir düşmüştü. Orta As­
ya'ya götürülen Schiltberger fidyesini ödeyerek bir süre son­
ra esaretten kurtulmuş ve Almanya'ya dönüp başından geçen­
leri yazmıştı.
Sistemin yüz yıl somaki durumu da Cenovalı Menavino
tarafından anlatılmıştır. Eski esirlerin kalemlerinden öğrenil­
miş bilgiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun, çağında, yönetim ve
savaş sanatlarında neden dünyanın en güçlü devleti olduğunu
göstermektedir. Bu sistem ve Osmanlı kurumları yüzyıllar bo­
yunca Batı için bütünüyle yabancı kalmıştır.
Yukarda sözünü ettiğimiz değişik yollardan sağlanan dev­
şirme çocuklar ya da gençler önce üç dört yıl için iç Anado-
34
lu'ya gönderilmekte, orada Türkçe'yi öğrenmekte ve ağır iş­
ler görerek beden sağlamlığı kazanmaktaydılar. Soma bu genç­
ler başkentteki "depolara" sevkedilmekteydiler. Buralarda iç­
lerinden bir ayıklama yapılmakta, kimi saray bostancılığına,
kirni donanmaya, kimi de özel kişilerin yanma verilmektey­
di. Bu iki kademenin ardından en uygun olanlar da Yeniçeri
ocaklarına atanmaktaydı. İmparatorluğun çökmeye yüz tutma­
sına kadar bu ünlü piyadelerin sayısı 12.000 olarak sınırlan­
dırılmıştı.
Yeniçeriler, Batı'da gerçekten lâyık oldukları ünlerine
rağmen, tam anlamıyla sistemin "elitleri" değillerdi.
Devşirmeler (Eflâtun'un düşsel Cumhuriyetindeki "çoban
köpekleri" gibi) savaşçı ve yönetici olarak ikiye ayrılmaktay­
dılar. Yönetici olacak adaylar işin en başında seçilmekte, Ana­
dolu'ya gönderilecek yerde Edirne, İstanbul ve çevredeki bazı
şehirlerde bulunan yatılı okullarda on iki yıl süreli bir eğitim­
den geçirilmekteydiler. Adaylar, bu okullarda edebiyat (Türk­
çe, Arapça ve Farsça), İslâm dini ve felsefesi, savaş sanatı ve
ayrıca bir meslek öğrenmekteydiler. Okulu bitirdikten sonra da,
pratik eğitim olarak sarayda küçük görevlere atanıyorlardı. Gö­
revleri büyüdükçe sultan'm şahsına daha çok yaklaşıyorlar, sul­
tana yaklaştıkça da görevleri büyüyordu. 25 yaşma gelince her
biri sultan ile görüştürülüyordu. Sultan bunlara birer at ve do­
natımını veriyor, bunun ardından da yeni bir seçme yapılıyor­
du. Yeteneklerine göre; kimi sultanın maiyetinde sipahi olarak
kalıyor, sayılan daha az olan kimine de sorumluluğu bulunan
görevler veriliyordu. Artık bu sonuncular için beylerbeyi, vezir
ve hatta sadrazam olma yollan açılıyordu.
Bu hayret verici eğitim sisteminin yürütüldüğü ilkeler
35
hiç şaşmayan bir uygulamaya dayamyordu: Bilimsel bir seç­
me, görevlerin taksimi, amansız bir disiplin ve rekabet. Bu so­
nucu unsur, eğitimin her safhasında yalnız daha yüksek bir
mevkie gelmek imkânı değil (son hedef sadrazam olmaktı) ay­
nı zamanda maddî çıkardan da meydana gelmişti. Görev mev­
kii yükseldikçe maddî gelir de artıyordu. Devşirmeler, çırak­
lık devresinde bile ücret alıyorlardı. Adaylar zorla Müslüman
yapılmıyorlardı. Eğitim devresi süresinde çevrenin bilinçaltı­
na yaptığı etkiyle -ve belki de yaşlan ilerledikçe çıkarlarının
nerede olduğunu görmelerinin etkisi ile- kendiliklerinden
Müslümanlığı kabul ediyorlardı. Bununla beraber, Osmanlı
împaratorluğu'nun eski Hristiyan yöneticileri, çocuklukların­
da ayrılmış olduklan aileleri ile bazan -sultanın hizmetinde bu-
lunduklan bütün süre boyunca- ilişkilerini sürdürebiliyorlar-
dı. Sözgelişi, Sultan Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarında
üçüncü vezir olan Arnavutluklu Ayaz Paşa, Avlona'da bir ma­
nastıra girmiş olan köylü annesine her yıl para göndermek­
teydi. Hayata Sırbistan'daki bir kilisede hizmetle atılmış olan
Sokollu, Sultan Süleyman'ın saltanatının son"devrinde vezir
olduktan soma Makarios adındaki bir yalçınının yararına Peç'te
bir Sırp Patrikliği kurdurmuştu.
Bütün bu sistemin kilit noktasını, sultamn özgür Müslü­
man tebaasının bu görevlere alınmaması kuralı teşkil ediyor­
du. Saray hizmeti, yalnız Müslüman olmayan kimselere açık­
tı. Bunlann çocuklan ise özgür Müslümanlar sınıfında yerle­
rini alıyorlardı ama bu kez de, sınıflarına uygulanan kural ge­
reğince babalannm mesleğini kendi kişiliklerinde sürdüremi-
yorlardı. Bu kural, imparatorluğun kaderinin ellerine bırakıl­
dığı kişilerin yeteneklerine göre seçilmelerim; sıkı bir eğitim-
36
den geçmelerini, bu yetenek ve eğitimin açtığı iktidarın, ken­
dilerini yaratan ve "bende" olarak kalmalarını isteyen hane­
dana rakip aileler haline gelmemelerini sağlıyordu.
Tabii bu, yine insan tabiatma aykırı bir tutumdu. Öte yan­
da da özgür Müslüman derebeyleri imparatorluk ordusuna,
bendeler sımfı kadar çok asker vermekle, hâkim dinin men­
supları olmakla ve kendilerim imtiyazlı bir sınıf olarak gör­
mekle beraber siyasal ve askerî yüksek mevkilere gelemiyor-
lardı. Bu mevkilere gelen devşirmeler de, bu mevkilerini ken­
di ailelerinden birine bırakamıyorlardı.
1566'dan soma, imparatorluk varoluşunun ikinci yüzyı­
lını tamamlarken sisterrıin bu kilit noktası gevşetilmiştir. Ben­
deler sınıfı, kendi çocuklarının da hizmete alınmasına sultanı
ikna etmiştir. Bunları özgür Müslümanların da devlet hizme­
tinde eşit haklar elde etmeleri izlemiştir. O andan itibaren de
Osmanlı devlet sistemi çürümeye yüz tutmuş ve imparatorluk
tedricen, yalnız Batılı Hristiyan devletlere karşı değil, aynı za­
manda Doğulu Hristiyan "sürüleri" ne de güç karşı koyar du­
ruma gelmiştir.
Şimdi, Osmanlı örgütlemşinin diğer bölümlerine de kısa
bir göz atmamız gerekiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
bu örgüt modern Batı devletlerinden, tepeden tırnağa kadar de­
ğişiktir. Batı devletlerinin eğilimi, yatay değil, dikeydir. Yani,
bu eğilim, ülkenin bütün vatandaşları için millî bir tekdüzeli­
ğe dayanan eşit vatandaşlığa; vatandaşların kastlara göre de­
ğil, yerleşme yerlerine göre gruplandınlmasma doğrudur. Gö­
çebe toplumlarda ise bu eğilim yataydır. Toplumda çobanlar,
çoban köpekleri ve sürüler hiyerarşisi vardır. Kastlarda oldu­
ğu gibi (birbirine muhtaç bulunmakla beraber) bunlar arasın-
37
www.cizgiliforum.com
enginel
da da eşitlik, tekdüzelik anlamsız şeylerdir. Çünkü bunların
üyeleri birbirinden tür olarak değişiktirler. Ayrıca mahallî
gruplaşma görüşünü de uygulamak imkânsızdır. Çünkü, bir
Batı ordusunun topçusunun, süvarisinin, piyadesinin birbirle-
m e ı m i r a ç omaarL g&i göçebe topıvmuann unsurlarının da
birbirlerine muhtaç bulunmalarına karşılık, ana görevde sü­
rekli yer değiştirme halindedir. Bu bakımdan, Osmanlı impa­
ratorluğu göçebelik tohumlarından meydana gelmiştir. Sulta­
nın, yukarda tarifini yaptığımız ve devletin çekirdeği olan
devşirme takımının belli bir yerleşme yeri olmamış, bunlar im­
paratorluk topraklarında enine ve boyuna görev gereğince ya­
yılmıştır. (Sultanın karargâhı biİe hareket halindeki bir kamp
manzarası göstermiştir.) Bu "çoban köpekleri" altındaki "in­
san sürüleri" de bazı gruplar halinde devletin topraklarına ya­
yılmışlardır. Egemenlik altına alman bu yatay örgütlere tek­
nik tabiri ile "kavim" adı verilmiştir.
Batının siyasal terminolojisinde bu Arapça sözcüğün kar­
şılığı yoktur. Çünkü bir sürü siyasal fikri anlatmaktadır. Kav­
mi "millet" Olarak çevirirsek, belirli ve bölünmez bir toprak
parçası üzerinde tek dili konuşan bir toplum anlamı çıkar. Oy­
sa, Osmanlı kavimleri her yerde bir azınlık olarak bulunmuş­
lar ve değişik yerlerde değişik mahallî diller konuşmuşlardır.
Her kavmin başında bir din adamının bulunmasına bakarak
kavmi "din" olarak çevirirsek, ortaya devlet yüzünden deği­
şik bir yüzeyde bulunan bir örgüt anlamı çıkar. Gerçekte ka­
vimler, Osmanlı siyasal örgütünün altında olmakla beraber,
devletin ana parçalarım meydana gerilmişlerdir. Kavimlerin
başında bulunan din adamları yalnız üyelerinin din işlerini yü­
rütmekle kalmamışlar; aym zamanda bunların ölümlerim, do-
38
ğumlarmı, evlenmelerini, miraslarını izlemişler; gereken ka­
yıtlan yapmışlar ve aralanndaki anlaşmazlıkları kurdukları
mahkemelerde çözüme bağlamaya çalışmışlar, üyelerinden
devlete verilmek üzere vergi toplamışlardır. Batıda bu gibi ça­
balar hükümranlık belirtileri olarak görülür ve devlet, bu gö­
revleri büyük bir kıskançlıkla kendi üzerine alırdı. Osmanlı
Devleti ise bu gibi işleri, bilerek ve isteyerek adı geçen kişi­
lere vermiştir.
İmparatorlukta en yüksek yeri işgal eden kavim, (bu te­
rim onlara teknik balamdan hiçbir zaman uygulanmamıştır)
Müslüman topluluğu olmuştur. Fakat bu topluluğun düzenlen­
mesi de, diğer kavimlerde olduğu gibi yapılmıştır. Bütün im­
paratorluk topraklan üzerinde yaşayan Müslümanların başın­
da şeyhülislâm bulunmaktaydı. Müslümanlar "şeriata" göre
yaşamaktaydılar ve bunun yorumunu müftüler, uygulamasını
da kadılar yapmaktaydı. Bu İslâm kavmine özgür derebeyle­
ri ile bunlann topraklarındaki köylüler dahildi. (Buralarda sü­
rüler Hristiyan değil, Müslümandır.) Sultanın somadan müs-
lüman olmuş bendeleri de bu topluluktadır.(Bunlar, pratikte
şeriatın da üstüne çıkmışlardn.) Daha sonra gelen en önemli
kavim, Rumlar olmuştur. Milleti Rum denen bu gruba, konuş-
tuklan dil ya da lehçe ne olursa olsun Ortodoks Hristiyan ki­
lisesine mensup bütün Osmanlı tebaası girmektedir. Bu kav­
min başı ve üyeleri ile Osmanlı hükümeti arasındaki bağı sağ­
layan kişi İstanbul Rum Ortodoks Patriğidir. Osmanlı iktida-
nnm zirveye ulaştığı devirlerde, Bulgarlar bağımsız bir kilise
istedikleri zaman Patrik, Bizans İmparatoru'nun bir memuru
olduğu devirden daha çok, dünya üzerinde otorite iddiasını
gerçekleştirmeye yönelmişti. İstanbul Patrikliği Rumlann elin-
39
de olduğu için, Osmanlı Rumları, Bulgarlar, Sırplar, Romen-
ler, Arnavutlar gibi öbür Ortodoks Hristiyanlardan üstün bir
durumda bulunuyorlardı. Bir bakımdan bu durumları dolayı­
sıyla Rumlar sanki Osmanlı împaratorluğu'nun ortaklan gi­
biydiler. Rumlann bu üstünlüğü 1557 yılında Peç'te Sırp Pat­
rikliğinin kurulması ile kırılmıştı. Fakat 1766 yılında, İstan­
bul'daki Rum ileri gelenlerinin etkisi ile bu patriklik kaldinl-
dı. O zamanlarda Rumlann Osmanlı hükümetindeki nüfuzla­
rı artmakta idi ve hükümet, Batılılarla ilişkilerinde gittikçe
Rum memurlarının aracılığına başvurmaya başlamıştı. An­
cak Babıâli'nin 1870 yılında Bulgar Eksharklığma hak tanı-
masıyladır ki bu Rum nüfuzu kmlmıştır.
Daha az önemde olan da Ermeni milletiydi ve bu grup da
İstanbul'daki Gregoryen Patriğe bağlı bulunuyordu. Musevi­
ler, Hahambaşı'nm yönetimindeydiler. Katolik "sürü"ye ge­
lince, bu da Papa'nm bir temsilcisine bağlıydı.
Osmanlı topraklannda, sultanın değil fakat Venedik,
Fransa, Hollanda ve İngiltere gibi Batılı hükümdarların teba­
ası olan diğer Katolikler ve Protestanlar da yaşıyordu. XVIII.
yüzyılın sonlanna kadar doğu limanında toplanmış olan bu ya­
bancı tüccarlar kolonilerine kavim ilkesine dayanan toplum
özerkliği tanınmıştı, Bunlann işleri elçiler ve konsolosluklar-
ca yürütülmekteydi. Yabancılara verilen bu imtiyazlar kapi­
tülasyonlara ya da sultanın her an geri alabileceği ve tek ta­
raflı olarak tanıdığı haklann bir kısmıydı. Yalnız Fransa ile
1535 yılında ikili bir anlaşma yapılmış ve bu, her iki yanı da
bağlamıştı. Osmanlılar, bu Batılı tüccar kolonilerine atalan-
nın steplerde vahalann halklanna baktıklan gözle bakmaktay­
dılar. Bu adamlar, ihtiyaçlan olan fakat kendilerinin yapama-
40
dıklan bazı lüks eşyaları "temin eden" yabancılardı. Sultanın
Doğulu Hristiyan sürüleri gibi bu Batılı yabancılar da devle­
tin topraklarında bulunduklarında, sultanın bu hizmetkârları­
nın istedikleri düzenli ya da düzensiz vergileri ödemek şartı
ile, kendi meselelerim kendi aralarında halletmeliydiler.
1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı hâlâ bu
manzarayı göstermekteydi. Fakat devrimsel değişmelerin ko­
kusu da yavaş yavaş alınmaya başlanmıştı. İmparatorluk, yüz
yıldan beri Batı'ya karşı hep kaybettiği bir savaş veriyordu ve
şimdi de, yüz yıl önce Doğulu Hristiyan ulusların en geri kal­
mışı olan Ruslar tarafından feci bir yenilgiye uğratılmıştı.
Ruslar, Osmanlıların Batılılar karşısında askerî başarısızlık­
lara uğramaya başladıkları bir sırada, gözlerini Batıya çevir­
mişlerdi. Bu, Osmanlılara karşı kazandıkları başarının sırrı
olarak görülmüş ve buna inanılmıştı. Böylece 1768-1774
Türk-Rus savaşı, bunu izleyen Küçük Kaynarca barış antlaş­
ması hem Osmanlıların kendileri, hem de Osmanlıların Do­
ğulu Hristiyan uyrukları üzerinde derin bir etki yapmıştı.
41
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BATININ ETKİSİ
(1774-1919)
Osmanlılarin "insan sürüleri", efendilerinden yüz yıl ka­
dar önce gözlerini Batı'ya çevirmişlerdir. Bunların yeni bir yö­
ne dönmüş oldukları, XVII. yüzyılın sonlarına doğru birden­
bire farkedilmiştir. (Aynı sıralarda Doğulu Hristiyan Rusya da
Batı'ya doğru değişmeye başlamıştı). Bu yönelme, modern
çağların en önemli düşünce hareketlerinden biri olmakla kal­
mamış, aym zamanda devrimsel bir hareket olarak da ortaya
çıkmıştır. Çünkü Hristiyan admı taşımalarına rağmen, Doğu
ve Batı Hristiyanlan o güne kadar birbirlerine yabancı olarak
yaşamışlardı.
Karanlık çağlardan soma Doğu ve Batı Hristiyanlan ara­
sındaki ilk ilişki, Batı'mn yayılma hareketi olan ve Haçlı Se­
ferleri diye tanınan gelişmeler sırasında gerçekleşmiştir. Bu
yayılma hareketi İslamlıktan çok Doğu Hristiyanlannın zara-
nna olmuştur. Doğulu Hristiyanlar o zaman Batıldan yaman
fatihler, Hristiyanlığm kendilerine göre biçimini ve âyinleri­
ni yaymaya çalışan, hiçbir hoşgörüye sahip olmayan propa­
gandacılar, siyasal yöneticiler ve hepsinden daha ezici olan,
ticarî amaçlar için politikayı sömürenler olarak tanımışlardır.
43
Bu arada tarihin en garip olaylarından biri de Doğulu
Hristiyanlar ile Batılı Hristiyanlar arasındaki ilişkilerin en kö­
tü biçimine girdiği bir devrede, XIII. ve XIV yüzyıllarda, Os­
manlıların yakın akrabaları olan Moğolların ve diğer göçebe
ulusların, Orta Asya steplerinde devir devir görülen patlama­
lardan birinin sonucu olarak fetihlere çıktıkları sırada, Lâtin
Hristiyanlığım kabul etmeyi düşünmeleri ve Batılı Haçlılarla
aralarında bulunan İslama karşı zaman zaman işbirliği yap­
mış olmalarıdır. Göçebe ulusların Hristiyanlaşması gerçekleş­
memiştir. Buna karşılık Moğollar, üzerlerine oturdukları "İs­
lâm sürüsü"nün dinini kabul etmişlerdir. Moğollar önünden
kaçıp kuzey-batı Anadolu'ya yerleşmiş olan Osmanlılar da ay­
nı şekilde Müslümanlığı kabul etmişler, bir yandan da göçe­
belik geçmişlerine özgü kurumlarını bırakmıyarak Orta Do­
ğunun en iyi parçalarını ellerine geçirmiş Fransız baronların­
dan, İspanyol maceracılarından, Venedikli ve Cenovalı tüccar­
ların elinden İslâm adına Doğu Hristiyanlığım almaya koyul­
muşlardır. Orta Doğunun Osmanlılar tarafından fethi, (Bunun
büyük ve en hayatî kısmı 1355 ve 1373 yıllan arasmda.ger-
çekleştirilmiştir) bir yandan sultanın devşirme yöneticiler sis­
teminin mükemmel işlemesi, bir yandan da Doğulu Hristiyan-
ların Batılı Hristiyanlara karşı duydukları nefret sayesinde
mümkün olmuştur. 1453 yılında, İstanbulun son kuşatması sı­
rasında bir Bizanslı ileri gelen kişinin "Papanın tacına, Pey­
gamberin sarığım tercih ederiz" demesi bunun en canlı deli­
lidir. Doğu Hristiyanlar bu tutumlanyla, Ortaçağ'dan kalma
Batılı bir efendiden kurtulup Osmanlı bir efendinin emrine gir­
mekle kendilerine fayda sağlamışlardır. Bu olay, Osmanlı fe­
tihlerinin gelişmesi için önemli bir unsur olmakla beraber,
44
sonrası için olumsuz bir etki de olmuştur. Doğulu Hristiyan-
lann, Ortaçağ Batı Hristiyanlığma düşmanlığı olmasaydı,
Türklerin amaçlan için çok yeterli olan Osmanlı kurumları­
nın, bu kadar büyük bir imparatorluğun kurulmasına yararlı
olmalan beklenemezdi. Bunun aksine, Doğulu Hristiyanların
Batılı Hristiyanlara karşı tanımlan XVII. yüzyıl içinde değiş-
meseydi, o sıralarda çürümeye yönelmiş Osmanlı kurumları­
nın imparatorluk için doğurduğu sonuçlar gördüğümüz kadar
ciddi olmayacaktı.
Doğulu Hristiyan tebaamn tarihi bu kitabın konusu de­
ğildir. Fakat bunlarj "Batdılaşmalan" sırasmda Osmanlılann
tarihi üzerindeki etkilerinden dolayı kısaca ele alınacaktır.
Osmanlılann, uyruklan olan "sürüler"e ve aynı zaman­
da topraklarında yaşayan Batılı yabancılara karşı tutumları, bir
önceki' bölümde sözü edilen imtiyazlann verilmesine yol aç­
mıştır. Osmanlı kurumlan yeterli kaldığı ve Osmanlı İmpara­
torluğu, içerde ve dışarda güçlü olduğu sürece bu imtiyazlar,
sultam, Osmanlı devletinin dışında olan unsurların yönetim
külfetinden -saray için bir tehlike yaratmadan- kurtarmışlar­
dır. Fakat 1682-1699 savaşından soma, verilmiş olan imtiyaz­
lann iyice yerleşip artık geri alınamaz bir hale geldikleri sıra­
larda, tehlike kendini göstenneye başlamışta.
Başlangıçta bu imtiyazlann tehlike bakımından büyük bir
önemi yoktu. Çünkü imparatorluğun Doğulu Hristiyan teba­
ası ile topraklannda yaşayan Batılı tüccarlar, hem zayıftılar ve
hem de tabiiyetinde yaşadıktan ve değişik gruplar arasında ba-
nşı koruyan Osmanlı devletinden çok birbirlerine düşmandı­
lar. Osmanlılann ticareti bunların ellerine bırakmış olmalan-
na rağmen bu gruplar ekonomik bakımdan da zayıftılar. Özel-
45
likle Batılı tüccarlar, yüzyılın sonunda Ortaçağ'daki Batılı tüc­
car devletlerinin birbirleriyle kapışmaları, Avrupa ile Asya'nın
birleştiği yerde Moğol Imparatorluğu'nun dağılması ve bu
yüzden Venedik ve Cenova'mn ticaret hinterlandı olan Kara­
deniz ve Akdeniz limanlarının kapanması sonucu eski ekono­
mik güçlerini kaybetmişlerdi. Bunlardan başka ilerleyen Os­
manlılar karşısmda uğranılan kayıplar ve Atlantik kıyıların­
daki Batılı devletlerin, doğu ticaretim kaybettikten soma At­
lantik ötesi ticaret için birbirleriyle yanşa girmiş olmalan da
Osmanlı topraklarında yaşayan Batılı Hıristiyan tüccarlarını et­
kisiz hale getirmişti. ÜstelikBatılı devletlerde, daha önce İtal-
yanlarca kurulmuş eski ticaret merkezlerini yeniden ele geçi­
rip işler duruma sokmak için yeteri kadar enerji de kalmamış­
tı. Bu şartlar altında batı ile doğu arasındaki ticaret "asgari"ye
inmiş ve mevcut alışverişler de sultanın Müslüman olmayan
tebaasımn -özellikle denizci Rumlann- eline geçmişti. Böy­
lece Doğulu Hristiyanlar batı ile ilişki kuruyor, batı limanla­
rını ziyaret ediyor ve hatta batı'nm vaktiyle doğu'da kurmuş
olduğu ticaret merkezlerinin benzerlerini batı'da açıyorlardı.
Bu ilişkilerin başlannda, Ortaçağ'dan kalmış düşmanlık
hisleri nedeniyle Doğulu Hristiyanlar, batı'da ticaret dışında­
ki etkiler altında kalmıyorlardı. Batıya karşı Doğu Hristiyan-
lannın direnmesine bir örnek olarak şu olayı ele alabiliriz: Ki­
ril Lukaris adındaki bir Ortodoks Rum din adamı XVTI. yüz­
yılın ortalanna doğru Cenova'ya kadar gitmiş, teolojinin Kal-
vinist sistemim öğrenmiş ve bunu kabul etmiş; İstanbul'a dön­
dükten soma patrikliğe kadar yükselerek Ortodoks ve Kato­
lik kiliselerini banştırmak için teşebbüse geçmişti. Buna Or­
todoks Rumlann tepkisi o kadar şiddetli olmuştu ki, İstan-
46
likle Batılı tüccarlar, yüzyılın sonunda Ortaçağ'daki Batılı tüc­
car devletlerinin birbirleriyle kapışmaları, Avrupa ile Asya'nın
birleştiği yerde Moğol împaratorluğu'nun dağılması ve bu
yüzden Venedik ve Cenova'nın ticaret hinterlandı olan Kara­
deniz ve Akdeniz limanlarının kapanması sonucu eski ekono­
mik güçlerini kaybetmişlerdi. Bunlardan başka ilerleyen Os­
manlılar karşısında uğranılan kayıplar ve Atlantik kıyıların­
daki Batılı devletlerin, doğu ticaretini kaybettikten soma At­
lantik ötesi ticaret için birbirleriyle yanşa girmiş olmalan da
Osmanlı topraklarında yaşayan Batılı Hristiyan tüccarlarım et­
kisiz hale getirmişti. Üstelik Batılı devletlerde, daha önce İtal-
yanlarca kurulmuş eski ticaret merkezlerim yeniden ele geçi­
rip işler duruma sokmak için yeteri kadar enerji de kalmamış­
tı. Bu şartlar altında batı ile doğu arasındaki ticaret "asgari"ye
inmiş ve mevcut alışverişler de sultanın Müslüman olmayan
tebaasının -özellikle denizci Rumlann- eline geçmişti. Böy­
lece Doğulu Hristiyanlar batı ile ilişki kuruyor, batı limanla­
rını ziyaret ediyor ve hatta batı'nm vaktiyle doğu'da kurmuş
olduğu ticaret merkezlerinin benzerlerim batı'da açıyorlardı.
Bu ilişkilerin başlannda, Ortaçağ'dan kalmış düşmanlık
hisleri nedeniyle Doğulu Hristiyanlar, batı'da ticaret dışında­
ki etkiler altında kalmıyorlardı. Batıya karşı Doğu Hristiyan-
lannm direnmesine bir örnek olarak şu olayı ele alabiliriz: Ki­
ril Lukaris adındaki bir Ortodoks Rum din adamı XVTI. yüz­
yılın ortalanna doğru Cenova'ya kadar gitmiş, teolojinin Kal-
vinist sistemini öğrenmiş ve bunu kabul etmiş; İstanbul'a dön­
dükten sonra patrikliğe kadar yükselerek Ortodoks ve Kato­
lik kiliselerini banştırmak için teşebbüse geçmişti. Buna Or­
todoks Rumlann tepkisi o kadar şiddetli olmuştu ki, İstan-
46
www.cizgiliforum.com
enginel
buFdaki Jezuitlerle işbirliği yapmaktan bile kaçınmamışlar ve
Patriklerini sultana tehlikeli bir "ihtilâlci" olarak ihbar etmiş­
ler ve idamım istemişlerdi.
Fakat XVII. yüzyılın sonlarına doğru Doğulu Hristiyan-
ların batılılara karşı tutumlan büyük bir değişikliğe uğramış­
tı. Bunun nedeni de, Ortaçağ'dan kalan düşmanlıkların unu­
tulmaya yüz tutmuş olması ve bir yandan da Batı'mn din sa­
vaşlarına son verip mezhepler arasında hoşgörülü bir davra­
nışa geçmesidir. Artık bir Katolik, bir Protestan ülkede; bir
protestan da bir Katolik ülkede o ülkenin dinine girmeye zor­
lanmadan yeni teknikleri öğrenebiliyor, İdiltürü ile ilişki ku­
rabiliyordu. Yüzyıl sona ermeden önce Batılılaşma yoluna
atılmış Doğulu Hristiyanlaıın en ünlüsü olan Rus Çarı Deli
Perro, Hollanda ve İngiltere'de okula gitmiş; oralarda öğren­
diklerini ülkesine döndükten soma otokratik gücünden de fay­
dalanarak Ruslara zorla kabul ettirmişti. Aynı kuşak içinde,
ticaret yoluyla Batı ile ilişki kurmuş olan bazı Rumlar da Ba­
tı dillerim öğrenmişler, zihinlerini Batı bilimine, sanatına, si­
yasal ve kültürel fikirlerine açmışlar ve böylece sultanın Do-
ğuluHristiyan "sürüsü" içinde bir Batüılaşma hareketini baş­
latmışlardı. Bu hareket, Rusya'da Deli Petro'nun başlattığı gi­
bi 'sathî ve anî' değil, daha yavaş ve daha az hissedilir bir bi­
çimde olmuştur.
Yüzyıldan kısa bir süre içinde hareket, şaşkınlık uyandı­
rıcı sonuçlar doğurmuştur. 1682-1699 savaşından soma, Ba­
tılı düşmanlarına artık iradesini bir 'galip' olarak kabul etti­
remeyen fakat görüşme yolu ile en uygun şartlan elde etmek
zorunda kalanOsmânli Devletî; BâtTdilleri ve Batılı âdetleri
bilen Doğulu Hristiyan tebaasının yardımına ihtiyaç duyma-
47
ya başlamıştır. Böylece devlet yapısında, Doğulu Hristiyan-
lann işgal etmeleri için yüksek yönetim ve diplomatik mev­
kiler 'ihdas' edilmiştir. Sahip oldukları bilgiler dolayısıyla
efendilerince kıymeti anlaşılan Doğulu Hristiyanlar, önceki
yüzyıllarda olduğu gibi "çoban köpekleri" olarak yetiştiril­
mek üzere çocukluklarından itibaren "esir sürüleri "ne katıla­
cak yerde, dinlerini, batıyı ve doğulu kültürlerini korumaları­
na da izin verilerek görevlere atanmışlardır.
Yüz yıldan az bir süre içinde, Rusya'nın askerî, idarî, ma­
lî örgütlenmesi Batı modeline göre hemen hemen tamamlan­
mış ve bir zamanlar Doğulu Hristiyanlann en geri kalmışları
diye bilinen Ruslar, Osmanlılara ve onların "fakir akrabala­
rı" olan Altın Ordu'nun mirasçıları Tatarlara, Habsburglar ya
da Polonyalılar örneği Batı devletlerinin yapmış oldukları gi­
bi acı bir yenilgi tattırmışlardır.
1768-1774 Türk-Rus Savaşı'ndan sonra imzalanan Kü­
çük Kaynarca Antlaşması gereğince, Babıâli, Kırım Tatarla­
rı ve Karadeniz'in kuzey kıyılarındaki bazı limanlar üzerin­
deki egemenliğini Ruslara devretmiş; Rus ticaret gemilerine
Boğazlardan serbest geçiş hakkı vermiş ve Osmanlı toprak­
larında yaşayan Rus tebaasma kapitülasyon haklan tanımış­
tır. En güçlü devrinde bile Osmanlı İmparatorluğu'na karşı
koymayı elden bırakmayan Batı'ya yenilmek, Osmanlılar için
acı olmakla beraber, doğulu, Hristiyan bir ulusa yenilmek, o-
na bazı haklar tanıyarak Batılı devletler seviyesine çıkarmak
ve temsilcilerine, Osmanlılann Doğulu Hristiyan tebaası ile
tehlikeli ilişkiler imkânı sağlamak küçük düşürücüydü. Kü­
çük Kaynarca Antlaşması'nın yarattığı "şok" o kadar büyük
olmuştur ki, Osmanlı devlet adamlan bunun üzerine Batılı ör-
48
neklere göre reformlar yapmaya girişmişlerdir. Fakat bu ilk
Osmanlı reformcuları Deli Petro gibi askerî uçtan harekete
geçmişler ve yüz yıl kadar önce, Petro'nun zamanında, eko­
nomik uçtan hareket etmiş Doğulu Hristiyan tebaanın yolu­
nu izlememişlerdir.
Batı yönünde bir reformun askerî açıdan ele alınmış ol­
ması, Osmanlı Türkleri arasında "Batılılaşma hareketi"ni ve
bu hareketin, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca'dan, 30
Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'ne kadar ya­
rattığı durumu anlamaya yarayan önemli bir anahtardır. Türk­
lerde, bu hareket, kişisel ilişkilerin bir sonucu olarak değil, bir
politika gereği olarak başlamıştır. Yani Batı 'mn üstünlüğü teh­
likeli bir noktaya ulaştığmda Baü'ya karşı koyma niteliğini ka­
zanma endişesiyle başlamıştır. Bu Türk reformcularının yap­
tıkları gibi, Batı'ya ancak Batı'nm silâhlarıyla karşı konabi­
leceği sonucuna varmak, sağlam bir düşünce biçimiydi. Fakat
öte yandan, Batı'nm askerî yeterliliği, üstünlüğünün nedeni
değil, bir belirtisiydi.
Batılı olmayan bir toplumun bu askerî yeterlilik seviye­
sine ulaşabilmesi için, Batı'nın yalnız askerî tekniğini değil,
aynı zamanda modern bir Batı ordusunun dayandığı idarî, ma­
lî, sağlık tekniğiyle ekonomik verimliliğini de öğrenmiş ol­
ması gerekmekteydi. Bu yüzden Batı yaşamını bir bütün ola­
rak benimsemeden Batı'nm askerî tekniğini etkili bir biçim­
de elde etmek mümkün değildir. Çünkü Batı yaşamı da öbür
uygarlıklar gibi bölünmez bir bütündür. Bu böyle olduğuna gö­
re, Türklerin "Batılılaşma" sorununu yalnız askerî açıdan al­
maları 'yazık' olmuştur. Fakat yapabilecekleri en tabii ve ka-
çmılmaz şey de buydu; çünkü yalnız 'âcil' askerî gerekler yü-
49
zünden, bazı geleneksel kurumlarını bırakıp bunların yerleri­
ne Batı kurumlarım koymak zorundaydılar.
Yine "Batılılaşma" için askerî yönün alınması da "ya­
zık" olmuştur. Çünkü, Batı yaşamının askerî yönü, en az ile­
rici ve öğretici olanıdır. Bu, Türklerin 1774 barış antlaşması­
nı izleyen bir çubuk yüzyıl süresince Batı kültürüyle ilişki
sağladıktan başlıca kanal olmuştur. XIX. yüzyılın ilk yansın­
da, Türkiye'de Sultan Selim III. ve Sultan Mahmud JJ.'nin;
Mısır'da, o zaman İstanbul'daki efendilerinden çok daha bü­
yük bir devlet adamı olduğunu ispatlayan Türk asıllı Mehmet
Ali'nin giriştikleri reform çabalan her şeyden önce Osmanlı
ordusunun Battiılaşmasına yönelmişti. Bu reformlar sonucun­
da kurulan yeni model askerî kurumlardan soma Türk subay-
lan daha ileri atılışlar için önde gelen bir rol oynamışlardn.
Türk subaylan başka ülkelerin aksine, toplumun her sınıfın­
dan daha liberal görüşlü olduklarından değil, fakat gelecek
yüzyıl içinde tek örgütlü ve kalabalık grup olduklarından bu
tür etkin bir rol oynayabilmişlerdir.
Bu tek örgütün sistemli bir Batı eğitimi görmesi ve bu
yüzden Batı kültürünün etkilerine açık olması da Batılı olma­
yan zihinler için bir "devrim" olarak görülmüştür. Hatta, Sul­
tan Abdülhamit Il.'nin (1876-1908) zalim otokratik rejimi sı­
rasında Türkiye'ye Batı'da basılmış kitaplann ginnesinin ya­
saklandığı zamanlarda bile askerî öğrencilerin Batı sistemine
göre eğitilmelerine dokunulmamıştır. Abdülhamit, sıkışık bir
durumda bulunan imparatorluğu pusuda bekleyen komşulan-
nm insafına bırakmadan subaylarının Batı örneği savaş sana­
tını öğrenmelerinden vazgeçemezdi.
Bunun yam sna, genç subaylar da Batı dillerini bilmeden,
50
Batı'nm taktik ve stratejisini öğrenemezlerdi. Yabancı diller
bilgisi de Türk subayları için Batı düşüncesine açılan kapının
bir çeşit anahtarı olmuştur.
1908 yılında Abdülhamit'e karşı devrim bayrağını açan
bu subaylardan biri, Enver olmuştur. Bir başka subay, Musta­
fa Kemal de ulusunun basma geçerek Müttefik devletlere kar­
şı çıkmış, Anadolu'daki Yunan istilâsına karşı koymuş ve 1920
yılında "Millî Misak"ı hazırlamıştır. İttihat ve Terakki'nin,
1908-1918 yıllan arasındaki çabalannmbaşmsızlığa uğrama­
sının nedenlerinden biri; kendilerinden önceki Batılılaşma ha­
reketlerini yürütenler gibi askerî yönün ağır basmasıdır. Bu ka­
çınılmaz birşeydi. Hareketteki askerî unsur, Batılı eğilimin
öngördüğü liberal ve yapıcı reformlan gerçekleştirmeye -mes­
leğin tabiatı dolayısıyla- uygun değildi. Fakat şunu da kaydet­
mek gerek; 1908'deki "Genç Türkler" devriminde asker En­
ver'in oynadığı rolün arkasında, eğitimlerini Batı'nm askerî
olmayan alanlannda almış olan iki sivil -Selânikli bir telgraf
memuru olan Talât Bey ve Yahudî asıllı maliyeci Cavit Bey-
bulunmaktaydı. Hareketi, perde arkasından bunlar yönetmiş­
lerdir.
1919 'da başlayan devrime gelince; bu, yalnız subaylar ta­
rafından yönetilen bir devrim olarak başlamamış, Türk ana­
vatanını yabancı bir istilâcıdan kurtarmak için başlatılan bir
ölüm-kalım savaşı olmuştur. İstilâcıya karşı zafer kazanılmış
olmakla beraber 1925 yılında, bu devrimin başarısının askerî
yönün ikinci plâna çekilip çekilmemesine bağlı kaldığı hâlâ
görülmekteydi. Fakat bu kez askerî yönün önemini kaybede­
ceği ihtimali her zamankinden daha çoktu. 1908 devrimi, hiç­
bir basan sağlamamış sayılsa bile, Sultan Hamit rejimi sıra-
51
sında genç Türk erkeklerine vekadmlanna kapatılmış yüksek
öğrenimin kapıları açılmış ve sürekli bir savaş halinde bulun­
masına karşılık aradan geçen yıllar içinde Batı kültürü almış
bir kuşak yetişmişti. Böylece Batı eğitimi görmüş olan sivil­
lerin sayısı artarken asker sınıfının oynadığı rolde de bir geri­
leme başlamıştı. Bu gelişme, bundan sonraki bölümlerin ko­
nusu olduğundan burada 1774 ile 1918 yıllan arasındaki Türk
"Batılılaşma" hareketlerini kısaca gözden geçireceğiz.
Batılılaşmaya koyulan Türklerin yollanndaki güçlükler,
kendilerinden önce bu yola çıkmış olan Doğulu Hristiyan te-
baalannm karşılaştıklarından sayıca daha çok ve daha büyük
olmuştur. Her şeyden önce, "Türk Batılılaşması" hükümet
tarafından başlatılan suni bir hareket olmuş ve bazı özel kişi­
lerin içinden doğmamıştır.
İkincisi, geç başlamıştır. Bu konuda Rum ve Rus hareket­
lerinden yüz yıl geç davramlrmştır. Böyle bir harekete girişil­
mesini de askerî tehlikelerle askerî başansızlıklar sonucu yok
olma tehlikesi zorlamıştır. Üçüncüsü, 1774 tarihli Küçük Kay­
narca Türk-Rus Banş Antlaşması'ndan 1856 Paris Antlaşma-
sı'na kadar süren uzun yıllar içinde ve Osmanlı İmparatorlu-
ğu'nun varoluşunun ayaklanmış Hristiyan tebaa ve dış düşman­
larca sürekli tehdit edildiği bir devre içinde sürdürülmüştür.
Dördüncüsü, -yukanda belirttiğimiz nedenler- harekete
bir askerî görünüş vermiştir ve -ne yazık- problem bu kisve
altmda ele alınmıştır. Beşincisi, Türk reformculan, -Batılı ve
Batılılaşmış komşulanyla Doğulu Hristiyan tebaalarının ya-
rattıklan belâlar azmış gibi- sultanın bendelerinden ve İslâm
toplumundan gelen kuvvetli dirençle de başetmek zorunda
kalmışlardır.
52
Rum ve Rus Batılılaşma taraftarlarına Doğu Hristiyanlı­
ğının gösterdiği direnç, hayret verecek biçimde zayıf olmuş­
tur. Nedeni, bu direncin kaynağını meydana getirmesi gere­
ken Bizans toplumu gelenekleri, önce Haçlıların sonra da Os­
manlıların kontrolü altma girmişti. Batılılaşma hareketi baş­
ladığında direnç gösterecek bu geleneklerden pek birşey kal­
mamıştı. Yine bu durumda bile, Kalvinist Lukaris, XVIII.
yüzyılda İstanbul Patrikhanesini terkedip daha liberal olan
Rus Çariçesinin topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı. Mo­
dern Yunan dilinin babası sayılan Korais ise, özgür düşünce­
li devrimci Paris'te oturduğu için Rum Ortodoks kilisesine ra­
hat rahat dil uzatabilmiş, fakat daha ileri gidememiştir. Türk
"Batılılaşma" hareketinin öncüleri ise, sultanın esir bendele­
rinden ve İslâm toplumundan çok daha şiddetli bir direnç gör­
müşlerdir. Her iki kurum da yıkılmaya yüz tutmuş olmakla be­
raber, henüz canlılığını kaybetmemişlerdi.
Sultanın devşirmelerinin gösterdiği direnç, hepsinden da­
ha çabuk ve daha şiddetli olmuştur. Çünkü Batıcı askerî re­
form doğrudan doğruya bunların çıkarlarım tehdit etmektey­
di. Bendeler, artık yabancı devletlere karşı savaşmak ve iç
ayaklanmaları bastırmak yeteneğini kaybetmişlerdi ama, hâ­
lâ da efendilerini öldürme imkânına sahiptiler. Sultan Selim,
1807 yılında, Napolyon'un İstanbul'daki askerî ateşesi Sebas­
tiani'nin tavsiyesi ile yeniçerileri yeniden örgütlendirmeye gi­
rişmiş fakat bunu -yeniçerilerin elinde- hayatı ile ödemişti.
Mahmut II. felâketlerle geçen onsekiz yıl bekledikten sonra
1826'da İstanbul'da yeniçerileri ortadan kaldırıp Sultan Se­
lim'in intikamım almış; Mısır'da da Mehmet Ali, 1811 'de ye­
niçerilerin bir benzeri olan Memlûkların direnişine son ver-
53
misti. Her iki devlet adamı da yollarına çıkan bu engelleri kal­
dırmadan ordularını Batı örneğine göre yemden örgütlendir­
me ve diğer Batılılaşma hareketlerine girişemezlerdi. Daha ön­
ce davranmış olan Mehmet Ali, Mısır'ı, 1875 ve 1883 yılla­
rında her iki ülkenin başına gelen felâketlere kadar Türki­
ye'den onbeş yıl ileri götürmüştü.
İslâm toplumundaki direnç derhal kendini göstermemek­
le beraber daha kök salmış olarak ortaya çıkmıştır. Zayıf ve
yetersiz bir toplum, birdenbire kendinden daha güçlü ve ye­
terli bir toplum ile temasa geldiğinde toplumun üyelerinin bu
yeni durum karşısında gösterecekleri tepki için iki alternatif,
birbirine karşıt iki hareket çizgisi ortaya çıkar. Bunlar, ya ken­
di geçmişlerinin kalesi içinde güçlenmeye ve böylece dışar­
dan gelen rahatsız edici güç ile ilişkiyi kesip kendilerim tec­
rit etmeye çalışırlar; ya da yabancı uygarlığın kendilerininkin­
den daha güçlü olduğu ve kalmak üzere geldiği olgusunu ka­
bul ederek kaçınamayacakları bir duruma uymak için karar­
larını verirler ve kendi öz gelenekleriyle bir fırtına gibi top­
raklan üzerinde esen yeni düzen arasında bir denge meydana
getirip yeni bir yaşama biçimine ulaşırlar.
İkincisi, izlenecek rasyonel yoldur ve Osmanlı reform­
cuları, askerî sistemlerini Batılılaştırmaya karar verdikleri an­
dan itibaren bu yolu seçmişlerdir.
Bu, bütün bir yaşama biçiminin Batılılaşmasına doğru
atılmış bir adım olmuştur. Bununla beraber rasyonel tutum,
kütle içinde insanlığın ve hatta ilerici toplumların tarihinde kı­
sa süreler dışında pek çok önderin özelliği değildir. Beklen­
medik bunalımlarda insanlar heyecanın renklendirdiği içgü­
düyle hareket etmek eğilimindedir. Başlarını kuma sokup ve
54
bir mucize bekleyerek bilinmeyenlerden kaçmaya çalışırlar.
Bilinmeyen, daha güçlü bir uygarlık ise atalarının dinine sığı­
nırlar ve yine atalarının Tanrısından düzenini savunan hiz­
metkârlarını kurtarmasını isterler. Hazreti İsa'nın zamanında,
ilerleyen Hellenizm'in gölgesi altında yaşayan doğu toplu­
munda rasyonel ve mistik eğilimler, "Herodcular" ve "muta­
assıplar" tarafından temsil edilmekteydi. İslâm dünyasında da
XVIII. yüzyılın son yıllarından itibaren daima bir "Herodcu­
lar" ve "mutaassıplar" görülmüştür.
XVIII. yüzyılın son çeyreği içinde, Osmanlı hükümeti as­
kerlerini Batı örneğine göre giydirmek, silâhlandırmak ve
eğitmek için ilk atılımlarına girişirken, Arabistan'ın Necd böl­
gesindeki vaha sakinleri ve aşiretler de Vahabîliği kabul edi­
yorlardı. Bu, dinin ilk ilkelerine ve uygulamasına dönüşü is­
teyen İslâm içinde bir 'protestan hareketi' idi. Vahabîlerin ta­
assubu, Osmanlı İmparatorluğu'nun daha uygar bölgelerinde­
ki Müslüman halkın özellikle Osmanlı hükümetinin davranış­
larına ve Frank kâfirlerinin küfür sayılan metotlarının benim­
senmesine karşı yönelmişti.
Vahabîler, 1803'te Mekke'yi ve 1804'te Medine'yi ele ge­
çirmişler ve bu şehirleri "temizlemişlerdi". Bu hareket, sul­
tandan aldığı emir üzerine, 1810ve 1817 yıllan arasında, Ba­
tılılaşmadan yana olan Mısırlı Mehmet Ali tarafından uzun ve
yorucu seferler sonunda ezilmiştir. Bu mücadelenin ikinci ra­
undu Afrika'da geçmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yansında Sü-
nusîler, Libya'dan Batı Sudan'a kadar uzanan ve dine daya­
nan bir imparatorluk kurmuşlardı. 1883'te Mehdî taraftarlan
Doğu Sudan'ı Frank taklidi Mısır hükümetinin elinden almış­
lardı. Bu kez de 'mutaassıplar' yalnız ilerici ve Batılılaşma ta-
55
www.cizgiliforum.com
enginel
raftan dindaşlanyla değil, sömürgeciliklerini yaymakla meş­
gul Batılı devletlerle de karşı karşıya gelmişlerdi.
Doğu Sudan'da Mehdî hareketi 1898 yılında bir İngiliz
ordusu tarafından ezilmiş ve ülke ortak bir Mısır-İngiliz yö­
netimi altına alınmıştı. Sünusîlerin askeri gücü de 1910 yı­
lında Vadai'yi ele geçiren Fransız ordusunca kınlmıştı. Bun­
ların 1916 'da Mısır' a yaptıklan saldınyı da ingilizler durdur­
muştu. Bu mücadelenin üçüncü raundu 1914-1918 Dünya
Savaşı'ndan önce, Vahabîlerin, Suud ailesinin önderliği altın­
da Necd'de yeniden güç kazanmalanyla açılmıştı. Suud aile­
si, Vahabîleri etrafında toplamayı başarmış, bunlan bir "ih­
van" kardeşlik örgütü altmda birleştirmişti. Dünya Savaşı'nda
Hindistan'daki İngiliz yönetiminden para ve silâh yardımı
gören Vahabîler, 1924'te Mekke'yi, Londra'da İngiliz Dışiş­
leri Bakanlığt'nm himayesinde bulunan Haşimî Kral Hüse­
yin'in elinden ikinci defa almışlar, Irak'a ve Ürdün'e sefer­
ler yapmaya başlamışlardı.
Üçüncü raundun yeni gelişmeleri daha soma olacaktı.
Yüz elli yıl öncesinden bu kitabın yazıldığı (1926) yıla kadar
ortaya çıkan taassup hareketlerinin tarihsel ortak bir yönünü
ortaya koymaktadır. Bu da, bu hareketlerin artık İslâm dünya­
sının kaderinde önemli bir rol oynayamayacağının görülme-
sidir. Her üç harekette de bunlann ancak -ister askerî, ister eko­
nomik, ister kültürel olsun- Batı yaşamının sızamadığı, gerek
arazi, gerek iklim bakımından emin olan bölgelerde köprü
başlan kurabilmişler; Yukarı Nil vadisi ya da Vadai gibi ula­
şılması kolay yerlerde uzun süre tutunamadıklan görülmüş­
tür. Bu hareketler, Süveyş Kanalı ve Boğazlar gibi uluslarara­
sı denizyollannm geçtiği halklan yerleşmiş ve uygar olan Mı-
56
sır ve Anadolu'da hiç etki yapamamışlardır. İslâm ulusları, Ba­
tı'ya karşı koymak istiyorlarsa; bunu ancak Batı'nın savunma,
diplomasi, yönetim, maliye ve ekonomi metodlarmı uygula­
mak gibi rasyonal bir politika ile başarabilirler. Böyle durum­
larda, mutaassıpların mistisizmi 'vakıa'larm mantığına o ka­
dar karşıttır ki, adı geçen İslâm uluslarının zihinlerinde yer et­
mesi şansı çok azdır. Üstelik bu uluslar, çöllerin ve vahaların
halkalarından sayıca ve nüfusça üstün bulunmaktadırlar.
Modern İslâm Dünyasmda "Herodcular" ile "mutaassıp­
lar" arasındaki bu çatışmada -hiç olmazsa bu çatışmanın ilk
safhalarında- göze çarpan ilgi çekici bir durum da, ulemanın
Batılılaşma taraftan devlet adamlanna dostane bir tarafsızlık
göstermeleri ve hatta zaman zaman onlan etkin bir biçimde
desteklemeleridir. Bu kısmen şu şekilde açıklanabilir: Batılı­
laşma taraftarlanmn ilk çabalan sultanın esir bendelerine kar­
şı yönelmiştir. Bu sınıfın üyeleri yerli ve Müslüman olmayan
kaynaklardan gelmişler, din kurumlannın üstüne çıkmışlar ve
Müslüman halk içinde yetişmiş din adamlanna yüksekten bak­
mışlardır. Nitekim Fransızlar da 1789-1801 yıllannda Mısır'ı
işgal ettiklerinde ulemayı, İslâm'ın ve Mısır halkının gerçek
temsilcileri olarak gösterip bunlan Osmanlıların esir bende­
lerinin bir eşi olan Memlûklara karşı kullanmışlardır.
1805 'te Kahire'deki El Ezher medresesinin öğretim üye­
leri, Türklere karşı girişilen ayaklanmada kendilerini Mısır
halk hareketinin önderleri olarak göstermişlerdir. Mehmet Ali
bunlan akıllıca kullanmış ve sultan tarafından gönderilmiş
olan vali paşayı attınp yerine kendim geçirttirmişti. Ulema bu­
nu yaparken Osmanlı valisinin toplum sözleşmesini bozduğu­
nu ileri sürmüşler; ulema sınıfının, değil bir valiyi, gerektiği
'57
zaman sultan halifeyi de tahtından indirme hakkına sahip ol­
duğunu söylemişlerdi.
1826'da, Sultan Mahmut II. yeniçerileri ortadan kaldı­
rırken ulemanın desteğini görmüştü. 1876'da, liberal reform­
cu Mithat Paşa, Sultan Aziz'e karşı bir parlamento ve ana­
yasa fikrini savunurken istanbul medreselerinin öğrencileri
bu fikri desteklemek için ayaklanmışlardı. 1906'daki İran ih­
tilâlinde Şiî ulema da aynı şekilde hareket etmişti. Batılılaş­
ma hareketi, esir bendeler sınıfım ortadan kaldırıp Batı kül­
türü ile yetişmiş yeni bir yönetici sımfı yaratıncaya ve bu ye­
ni sınıfın din müesseselerine el atmaya başlamasına kadar
olan gelişmesinde ulema smıfı açıkça Batılılaşma taraftarla­
rının yanında olmuştur. Bu durum, 1908'de Abdülhamit yö­
netiminin devrilmesine kadar bir politika sorunu olmamış,
1922'de milliyetçilerin zaferi kazanmalarına kadar da had
bir biçim almamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu'nun en başta gelen iki Müslüman
ülkesi olan Türkiye ve Mısır'da; Batılılaşma hareketi, çok güç
şartlar içinde olağanüstü yetenekleri bulunan iki Türk devlet
adamı -Sultan Mahmut II. ve Mehmet Ali Paşa- tarafından baş­
latılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi ordunun Batılılaştı-
nlması her ikisinin de hareket noktası olmuştur. 1798-1801 yıl­
larındaki Fransız işgalinin derin bir iz bırakmış olduğu Mı­
sır'da, Mehmet Ali, 1815'ten soma Albay Seve ve diğerleri gi­
bi eski Napolyon subaylarım öğretmen olarak ordusuna almış­
tı. Türkiye'de, 1830'larda bir Prusya askerî heyeti, Mehmet
Ali'den öç almak için orduyu hazırlamakla görevlendirilmiş­
ti. Batılılaşma yolunda efendilerinden daha önce davranmış
olan Mehmet Ali, Suriye'yi onlardan koparmaya heveslenmiş-
58
ti. Bu Prusya askerî heyetinde ünlü von Moltke de bulunuyor
ve askerlik mesleğinde çıraklığını yapıyordu.
Dr. John Browning'in yazdığı mektuplardan ve 1839 yı­
lında Mısn'la ilgili Lord Palmerston' a verdiği bir rapordan as­
kerî Batılılaşmanın her iki ülke üzerinde yaptığı etkilerin de­
recesini anlayabiliriz. Bu mektuplar ve rapordan, bir Batı bu­
luşu olan askere alma sisteminin nasıl bir ekonomik yük mey­
dana getirdiğini ve nasıl insanları acılara sürüklediğim öğreni­
yoruz. Batıda bu sistem, etkili bir sağlık sistemi, kısa hizmet
süresi gibi yardımcı şartlarla birlikte geliştirilmiştir. Buna kar­
şılık iki ülkede uygulanmasına başlanan yeni askerî sistem ka­
mu güvenliğim artırmış, vergi toplamayı hızlandırmış, Batılı
etkilerin başka alanlara da sızmasına imkân vermiştir. Sözge­
lişi Browning'in bildirdiğine göre; İskenderiye'deki tersanenin
yanında buna bağlı bir doğumevi açılmıştır. Birbiri ile hiçbir
ilişiği olmayan bu iki kurumun yanyana gelmesinin nedeni,
Mehmet Ali'nin tersaneyi örgütlendirmek için davet ettiği Ba­
tılı uzmanların, memurlar ve işçiler için sağlık kurumlan açıl­
masında ısrar etmiş olmalandır. Böylece Batılı doktorlar bir
hastahane açmışlar ve sivil halkın da buraya hücum etmesi ve
doğum hizmetlerinin diğer bütün tıbbî hizmetlerden çok iste­
nir olması üzerine kuruluş, bir doğumevi haline getirilmişti. Da­
ha 1839'da Müslüman kadınların 'kafir' Frenk doktorlarının
nezaretinde doğum yapmaya hazır olmaları, Batıyla ilgili ön­
yargıların ne kadar hızla yıkıldığını göstermektedir.
Batıldaşma için Müslümanların giriştikleri bu ilk teşeb­
büste en önemli devre, Osmanlı İmparatorluğu'nu korumak için
Fransa ve İngiltere'nin Rusya'ya açtıklan savaştan soma im­
zalanan 1856 antlaşmasını izleyen yirmi yıl olmuştur. Osman-
59
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu
Bir Devletin Yeniden Doğuşu

Mais conteúdo relacionado

Semelhante a Bir Devletin Yeniden Doğuşu

Ermeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirErmeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirGüner
 
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIKTARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIKibrahimokur
 
ATATÜRK'E YOLCULUK 1
ATATÜRK'E YOLCULUK 1 ATATÜRK'E YOLCULUK 1
ATATÜRK'E YOLCULUK 1 siirparki
 
Inkilap Tarihi
Inkilap TarihiInkilap Tarihi
Inkilap Tarihiesmus2
 
Batılılaşma 67
Batılılaşma 67Batılılaşma 67
Batılılaşma 67acan16
 
Hürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanıHürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanıChp Aydın
 
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28Fdgalgjadg Fhaldfad
 
30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...
30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...
30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...Hilal Cura
 
Zekeriya kitapçı türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarları
Zekeriya kitapçı   türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarlarıZekeriya kitapçı   türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarları
Zekeriya kitapçı türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarlarıSelçuk Sarıcı
 
Atatür ve Türk Doktor ları
Atatür ve Türk Doktor larıAtatür ve Türk Doktor ları
Atatür ve Türk Doktor larıhekimbirligi
 
Tanzmi̇at Dönemi Başlangıcı
Tanzmi̇at Dönemi BaşlangıcıTanzmi̇at Dönemi Başlangıcı
Tanzmi̇at Dönemi Başlangıcıyildirimcelik54
 

Semelhante a Bir Devletin Yeniden Doğuşu (20)

Kenan ali-fuat-turkgeldi
Kenan ali-fuat-turkgeldiKenan ali-fuat-turkgeldi
Kenan ali-fuat-turkgeldi
 
Mustafa öztaş
Mustafa öztaşMustafa öztaş
Mustafa öztaş
 
Ermeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedirErmeni sorunu nedir
Ermeni sorunu nedir
 
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIKTARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
TARİHİN KÖTÜYE KULLANILMASINA ÖRNEK HİNT AVRUPACILIK
 
ATATÜRK'E YOLCULUK 1
ATATÜRK'E YOLCULUK 1 ATATÜRK'E YOLCULUK 1
ATATÜRK'E YOLCULUK 1
 
EtkilesimKatalog2013
EtkilesimKatalog2013EtkilesimKatalog2013
EtkilesimKatalog2013
 
Inkilap Tarihi
Inkilap TarihiInkilap Tarihi
Inkilap Tarihi
 
Batılılaşma 67
Batılılaşma 67Batılılaşma 67
Batılılaşma 67
 
Hürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanıHürriyetin ilanı
Hürriyetin ilanı
 
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
Erken cumhuriyet dönemi türk milliyetçiliğinin tipolojisi 28
 
Nutuk_(The_Speech)
Nutuk_(The_Speech)Nutuk_(The_Speech)
Nutuk_(The_Speech)
 
Naziler ve Atatürk
Naziler ve AtatürkNaziler ve Atatürk
Naziler ve Atatürk
 
30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...
30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...
30 Mart 2014'ü anlayabilmek için 10 sayfada Türkiye'nin son 100 yılı. Feroz A...
 
Atatürkçülük
AtatürkçülükAtatürkçülük
Atatürkçülük
 
Yumuşama dönemi
Yumuşama dönemiYumuşama dönemi
Yumuşama dönemi
 
Zekeriya kitapçı türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarları
Zekeriya kitapçı   türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarlarıZekeriya kitapçı   türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarları
Zekeriya kitapçı türkistanda müslüman olan i̇lk türk hükümdarları
 
Ataturkten
AtaturktenAtaturkten
Ataturkten
 
Atatür ve Türk Doktor ları
Atatür ve Türk Doktor larıAtatür ve Türk Doktor ları
Atatür ve Türk Doktor ları
 
Tarih
TarihTarih
Tarih
 
Tanzmi̇at Dönemi Başlangıcı
Tanzmi̇at Dönemi BaşlangıcıTanzmi̇at Dönemi Başlangıcı
Tanzmi̇at Dönemi Başlangıcı
 

Mais de kaosakatki

Aristoteles zaman kavrami
Aristoteles   zaman kavramiAristoteles   zaman kavrami
Aristoteles zaman kavramikaosakatki
 
Yüz Okuma Sanatı
Yüz Okuma SanatıYüz Okuma Sanatı
Yüz Okuma Sanatıkaosakatki
 
Yaşadığım Gibi
Yaşadığım GibiYaşadığım Gibi
Yaşadığım Gibikaosakatki
 
İnanna'nın Aşkı
İnanna'nın Aşkıİnanna'nın Aşkı
İnanna'nın Aşkıkaosakatki
 
Yüzük Kardeşliği
Yüzük KardeşliğiYüzük Kardeşliği
Yüzük Kardeşliğikaosakatki
 
Bir Kaçırılma Öyküsü
Bir Kaçırılma ÖyküsüBir Kaçırılma Öyküsü
Bir Kaçırılma Öyküsükaosakatki
 
Sonsuzluğun Sonu
Sonsuzluğun SonuSonsuzluğun Sonu
Sonsuzluğun Sonukaosakatki
 
Bıçağın Ucu
Bıçağın UcuBıçağın Ucu
Bıçağın Ucukaosakatki
 
Ölümsüzlük İçin Düello
Ölümsüzlük İçin DüelloÖlümsüzlük İçin Düello
Ölümsüzlük İçin Düellokaosakatki
 
Felsefe Notlar
Felsefe NotlarFelsefe Notlar
Felsefe Notlarkaosakatki
 
Kırık Hayatlar
Kırık HayatlarKırık Hayatlar
Kırık Hayatlarkaosakatki
 
Robinson Crusoe
Robinson CrusoeRobinson Crusoe
Robinson Crusoekaosakatki
 
Boş Zaman Üzerine Kurumsal Yaklaşımlar
Boş Zaman Üzerine Kurumsal YaklaşımlarBoş Zaman Üzerine Kurumsal Yaklaşımlar
Boş Zaman Üzerine Kurumsal Yaklaşımlarkaosakatki
 

Mais de kaosakatki (20)

Aristoteles zaman kavrami
Aristoteles   zaman kavramiAristoteles   zaman kavrami
Aristoteles zaman kavrami
 
Zaman Kavrami
Zaman KavramiZaman Kavrami
Zaman Kavrami
 
Yüz Okuma Sanatı
Yüz Okuma SanatıYüz Okuma Sanatı
Yüz Okuma Sanatı
 
Kukla
KuklaKukla
Kukla
 
Kavim
KavimKavim
Kavim
 
Yaşadığım Gibi
Yaşadığım GibiYaşadığım Gibi
Yaşadığım Gibi
 
Empati
EmpatiEmpati
Empati
 
Kavim
KavimKavim
Kavim
 
İnanna'nın Aşkı
İnanna'nın Aşkıİnanna'nın Aşkı
İnanna'nın Aşkı
 
Yüzük Kardeşliği
Yüzük KardeşliğiYüzük Kardeşliği
Yüzük Kardeşliği
 
Bir Kaçırılma Öyküsü
Bir Kaçırılma ÖyküsüBir Kaçırılma Öyküsü
Bir Kaçırılma Öyküsü
 
Sonsuzluğun Sonu
Sonsuzluğun SonuSonsuzluğun Sonu
Sonsuzluğun Sonu
 
Bıçağın Ucu
Bıçağın UcuBıçağın Ucu
Bıçağın Ucu
 
İhanet
İhanetİhanet
İhanet
 
Ölümsüzlük İçin Düello
Ölümsüzlük İçin DüelloÖlümsüzlük İçin Düello
Ölümsüzlük İçin Düello
 
Felsefe Notlar
Felsefe NotlarFelsefe Notlar
Felsefe Notlar
 
Kırık Hayatlar
Kırık HayatlarKırık Hayatlar
Kırık Hayatlar
 
Robinson Crusoe
Robinson CrusoeRobinson Crusoe
Robinson Crusoe
 
Moskof Selim
Moskof SelimMoskof Selim
Moskof Selim
 
Boş Zaman Üzerine Kurumsal Yaklaşımlar
Boş Zaman Üzerine Kurumsal YaklaşımlarBoş Zaman Üzerine Kurumsal Yaklaşımlar
Boş Zaman Üzerine Kurumsal Yaklaşımlar
 

Bir Devletin Yeniden Doğuşu

  • 1.
  • 2. Türk Devrimi için Batıda ve Doğuda pek çok eser yazılmıştır. Ama bunlardan çok azı gerçeği anlatabilmiştir. Bu pek azın arasında çevirisini sunduğumuz Türkiye - Bir Devletin Yeniden Doğuşu I - adlı eser de bulunmaktadır. Kitabın yazarı, ünlü îngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee'dir. Eserin üstünlüğü, bir tarihçinin bilimsel yöntemiyle yazılmış olmasıdır. O zaman genç bir bilim adamı ve iki üç yıl öncesine kadar Osmanlı devletine en büyük düşmanlığı gösteren bir ulusun insanı olmasına karşın; A.J.Tonybee, genç Türkiye Cumhuriyeti konusundaki bu bilimsel araştırmasını yazarken (1926), pek çok kişinin tersine, duygulardan veönyargılardan' uzak kalmayı, küçük bazı yanlışlar bir yana bırakılacak olursa, gerçekleri bir bilim adamının nesnel gözleriyle görmeyi bilmiştir. A.J. Tonybee, her zaman, her ülkede ve her konuda geçerli olan bilimsel bir ilkeye bağlı kalmıştır. Bu, 'Tarihi bilmeyen bugünü anlayamaz' ilkesidir. Kitap, bu bakımdan, Türkiye'yi öğrenmek isteyen yabancılar kadar, Türk Devrimini bilimsel açıdan bilmek isteyen bizler için de çok yararlı bir çalışmadır.
  • 3. Türk Devrimi için Batıda ve Doğuda pek çok eser yazılmıştır. £ Ama bunlardan çok azı gerçeği anlatabilmiştir. Bu pek azın j arasında çevirisini sunduğumuz Türkiye - Bir Devletin Yeniden y Doğuşu I - adlı eser de i bulunmaktadır. Kitabın yazarı, q ünlü İngiliz tarihçi Arnold J. [bynbee'dir. % I e 11• s1111• • • ı l>ıı l.ıı ı h . bilimsel yöntemiyle yazılmış N olmasıdır. O zaman genç bir bilim adamı ve iki üç yıl öncesine kadar Osmanlı devletine en büyük düşmanlığı £ gösteren bir ulusun insanı olmasına karşın; A. J.Tonybee, : | genç Türkiye Cumhuriyeti g konusundaki bu bilimsel ^ araştırmasını yazarken (1926), ,Sj pek çok kişinin tersine, •£ duygulardan ve önyargılardan' uzak kalmayı, küçük bazı yanlışlar bir yana bırakılacak olursa, gerçekleri bir bilim £ adamının nesnel gözleriyle § görmeyi bilmiştir. £ A.J. Tonybee, her zaman, her ülkede ve her konuda geçerli olan bilimsel bir ilkeye bağlı kalmıştır. Bu, 'Tarihi bilmeyen bugünü anlayamaz' ilkesidir. Kitap, bu bakımdan, Türkiye'yi öğrenmek isteyen yabancılar kadar, Türk Devrimini bilimsel açıdan bilmek isteyen bizler için de çok yararlı bir çalışmadır. Türkiye I (Bir Devletin Yeniden Doğuşu)
  • 4. T Ü R K İ Y E Bir Devletin Yeniden D o ğ u ş u . I
  • 5. Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. ŞtL Aralık 1999
  • 6. A R N O L D J . T O Y N B E E T Ü R K İ Y E B i r D e v l e t i n Y e n i d e n D o ğ u ş u I Çeviren: K a s ı m Y a r g ı c ı C u m h u r i y e t G A Z E T E S I N I N OKURLARINA ARMAĞANIDIR.
  • 7. İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ ...7 Prof. ARNOLD J. TOYNBEE ÜZERİNE 11 YAZARIN ÖNSÖZÜ 13 BİRİNCİ BÖLÜM Türkiye ve Batı 15 İKİNCİ BÖLÜM Eski Osmanlı İmparatorluğu (1299-1774) .27 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Batının Etkisi (1774-1919) 43 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 1908-1918 Bilançosu ve Müttefiklerin Barış Şartlan 73 BEŞİNCİ BÖLÜM Mustafa Kemal 91 5
  • 8. ÖNSÖZ Birinci Dünya Savaşı Avrupa'da dört büyük imparatorlu­ ğun sonunu getirmiştir: Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu ve Rus İm­ paratorluğu bu 'büyük kıymet' in kurbanlarıdır. Yıkılan bu im­ paratorlukların 'enkaz'mdan modern Batılı siyasal düşünce­ ye uygun yeni devletler doğmuştur. Türkiye, Almanya, Avus­ turya ulusal yeknesaklıklar kapsamına girmeyen toprak­ larım kaybederek birer cumhuriyet olmuşlardır. Rusya ise imparatorluğunu koruyup topraklarım elden kaçırmamak ba­ şarısını göstererek bir sosyalist cumhuriyet biçimine girmiş­ tir. Rusya'nm yeni rejiminin çok özel bir durumu olduğu için -buna hiç dokunmadan- öbür üç imparatorluğun aldığı yeni kimliğin dünyada yarattığı tepkiler incelendiğinde en çok sö­ zü edilmeye değer ülkenin Türkiye olduğu görülür. Dünya için Almanya ve Avusturya, 'Batılı'dır. Batılılar için de kendilerinden olan ülkelerdir. Yüzyıllar boyunca aynı inançları taşımışlar, aynı kültürle yoğrulmuşlar, aynı hareket­ lere ve benzeri olaylara sahne olmuşlardır. Aralarında çatış­ malar meydana gelmişse, bu, inanç ve kültür zıtlaşmasından değil çıkarlar yüzünden olmuştur. Birinde oluşan yenilik -is­ ter teknik, ister ekonomik, ister ideolojik olsun- hemen öbü-
  • 9. rünce öğrenilmiş, benimsenmiş, derhal uygulanmasa bile, zi­ hinlerde yer etmiş ve tabii görülmeye başlanmıştır. Modern ça­ ğın ilk ve en büyük siyasal hareketi olan Fransız Devrimi, Ba­ tı'da heyecan yaratmıştır; fakat yadırganmamıştır. Fransız Dev- rimi'ni oluşturan düşünceler öbür Batı ülkelerinde de aynı za­ manda gelişmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya ve Avusturya imparatorlukları cumhuriyet rejimine geçtikleri za­ man kimseyi şaşırtmamışlardır. Yalnız eskinin tantanasını ya­ şamış olanlar bir "Vah vah!" demekle yetinmişlerdir. Türk ulusu ise Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntısından bir cumhuriyetle çıkınca dünyadaki tepkiler çok değişik ol­ muştur. Modern dünyanın uyulması gereken ölçülerini tayin etme durumuna gelmiş Batılılar için Türkler, kendilerinden ol­ mayan insanlardı. Dilleri onlannkine hiç benzemiyordu, din­ leri ayrıydı; aynı kültür içinden yetişmemişlerdi. Değişik ge­ lenekleri vardı. Batı ölçülerinin dışında kalmış oldukları için 'barbar' da sayılabilirlerdi. Doğulu Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nun içinden Batılı bir cumhuriyetin çıkması, işte bu yüz­ den dünyada şaşkınlık uyandırmış ve çeşitli tepkilere yol aç­ mıştır. Tepkiler; takdirden şüpheye ve küçümsemeye, kıskanç­ lıktan gıptaya kadar derece derece değişmiştir. Batılıların ki­ mi hayret, kimi takdir, kimi şüphe etmiş; Doğulular ise, kimi kendilerinden olanın öbür tarafa geçmesine kızmış, kimi de aynı şeyi yapamamanın üzüntüsünü duymuştur. Türk Devrimi için gerek Batı'da, gerek Doğu'da çok mü­ rekkep tüketilmiştir. Fakat bu konuda yayınlananların pek azı gerekeni anlatabilmiştir. Bu pek azm arasında burada çeviri­ sini sunduğumuz eser de buluîrmaktadn. Kitabın yazan ünlü İngiliz tarihçisi Arnold J.Toynbee'dir. Eserin üstünlüğü, bir ta- 8
  • 10. rihçinin bilimsel metodu ile yazılmış olmasından geliyor. O zaman henüz genç bir adam ve iki üç yıl öncesine kadar Os­ manlı Türklüğüne en büyük düşmanlığı gösteren bir ulusa mensup olmasına rağmen, Genç Türkiye Cumhuriyeti hakkın­ daki bu araştırmasını yazarken -pek çok kişinin aksine- his­ lerden ve önyargılardan uzak kalmayı, ufak tefek bazı yanlış­ lar bir yana bırakılacak olursa, gerçekleri bir bilim adamının tarafsız gözleri ile görmeyi bilmiştir. Kitabı okurken siz de şu kanıya varacaksınız; Toynbee, her zaman, her ülkede ve belki her konu için geçerli olan il­ keye sadık kalmıştır: Bu, "Tarihi bilmeyen bugünü anlaya­ maz" ilkesidir. Nitekim, bu araştırmasının bir bölümünde şöy­ le demektedir: " Siyasal değişmenin sürmekte olduğu ülkelerde, şartlar, bir taımçinin bunları resmedemeyeceği kadar oynaktırlar. Bu durumda tarihçinin yapabileceği en iyi şey bütünü ile aydın­ lanmış bir gözlemci olarak ve kendini mümkün olduğu kadar her türlü bağlardan sıyırıp tarihin benzer geçmiş olaylarının verdiği bilgi ve tecrübelerin projektörünü günün gelişen olay­ ları üzerine tutmaktır." Kitap, bu bakandan, egzotizmden sıyrılıp gerçek Türki­ ye'yi öğrenmek isteyen yabancılar kadar, hislerden arınıp Türk Devrimi'ni bilimsel açıdan görmek isteyen bizler için de ya­ rarlıdır, sanıyoruz. 9
  • 11. PROF. ARNOLD J.TOYNBEE ÜZERİNE DÜNYA iki kampa ayrılmış, dört yıl süren bir büyük sa- yaştansönra bir taraf yere serilmişti. Fakat çok geçmeden, öl­ dü sanılan ve mirası paylaşılanlardan biri, başkaldırmış ve kendisini düpedüz soymaya gelenlere kafa tutmuştu. Türkülü­ sü, kurtuluşu için galip tarafla savaşa tutuşmuştu. Bu, bütün dünya için şaşkınlık uyandıran bir olaydı. ' Nerede bu tür bir olay olursa oraya gazetecilerin akın et­ mesi âdettendir. Artık Ankara, İzmir, İstanbul sokaklarında, Sakarya kıyılarında dünyanın dört bucağından gelmiş gaze­ teciler dolaşıyordu. Bunlar arasında, yıllar sonra adları dün­ yanın ünlü kişileri sırasına girecek iki genç gazeteci de var­ dı: Ernest Hemingway ve Arnold J.Toynbee. Birincisi, Ameri­ kalıydı; her Amerikalı gazeteci gibi Avrupa 'yı hele Avrupa 'nın öbür ucunu hiç tanımıyordu. Olayları yalnız yüzeyden görü­ yor, kendini bunların heyecanına kaptırıyor; derinine inemi­ yor, romancılığa 'heveskârlığından ' ateş, kan ve gözyaşı ede­ biyatı yapıyordu. 1889 yılında Londra 'da dünyaya gelen Arnold Toynbee de bu tip İngiliz gençlerindendi. Babası da tarihçi olduğu için herkesten çok tarihle doluydu ve konuya daha küçükyaşından itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Nitekim tarih öğrenimiyap- 11
  • 12. tı ve bunda o kadar başarılı oldu ki, onu 1919 da Londra Üni­ versitesine tarih profesörü yaptılar. Bu görevde 1924yılına ka­ dar kaldı ve bu arada -Türk-Yunan Savaşı da dahil- Avru­ pa 'daki ve Yakındoğu 'daki birçok önemli olayı yerinde izledi. Bunları yaparken tarih ve başka uluslar hakkındaki bilgile­ rinden İngiliz Dışişleri Bakanlığı 'nı yararlandırmaktan da geri kalmadı. Bizans uygarlığı uzmanı olarak yetişen Toynbee, daha sonra kendini tarih felsefesine verdi. Özellikle uygarlıkların evrimini incelemeye koyuldu. Eski Yunan uygarlığından ha­ reket ederek yaptığı araştırmalar onu bazı sentezlere ulaştır­ dı ve sonunda ortaya Uygarlıkların Devri teorisi çıktı. Bu te­ oriye göre; uygarlıklar da doğarlar, gelişirler ve yıkılırlar. Bunların yerini alanlar da aynı devri yaparak yerlerini baş­ kalarına bırakırlar ve bu böyle sürüp gider. Toynbee 'nin başlıca eserleri arasında şunlar bulunmak­ tadır: "Tarihsel Yunan Düşüncesi, Uygarlığı ve Niteliği" (1924), "Türkiye" (1926), "Sınav Geçiren Uygarlık" (1948), "Dünya ve Batı" (1953). En büyük eseri ise 1934-1961 yılla­ rı arasında tamamlamış olduğu 12 ciltlik "Tarihin İncelenme­ si "dir. Bunlardan başka gazetelerde, dergilerde yayınlanmış yüzlerce makale, röportaj ve seri röportajı vardır. Bunlar arasında Turancılık Akımı üzerine yayınlanmış çok önemli yazıları da bulunmaktadır. Toynbee, Türkiye hakkındaki kitabını yazdıktan sonra bir­ kaç kere daha Türkiye 'yi ziyaret etmiş, anlattığ değişmelerin son durumlarını gözden geçirmiştir. 12
  • 13. YAZARIN ÖNSÖZÜ Türkiye üzerine böyle bir kitap yazmamı yayınevi 1923 ya­ zında teklif etmişti. O tarihte Ankara' dan henüz dönmüştüm. Da­ ha önce 1921 yılının büyük bir kısmını, Türk-Yunan Savaşı'nı, bir bu yandan, bir öbür yandan inceleyerek geçirmiştim. İngilte­ re'de bulunduğumda da çoğu zaman Yakındoğu tarihini incele­ mek ve bu konuda dersler vermekle uğraşıyordum. ^ Elime kâğıdı kalemi alıp bu konuyu işlemeye, hatta aklım­ da plânını yapmaya bile vakit bulamadan, beklenmedik bir anda başka bir görev aldım. Bu durumda yayınevi büyük bir anlayış göstererek kitabı teslim tarihini daha geriye attı. Kitaba yeniden döndüğümde aradan epeyi bir süre geçmişti ve bu sürede Türki­ ye' de yeniden büyük değişiklikler meydana gelmişti. Türkiye' de iken bu değişikliklerin ne kadar büyük bir hızla yer almakta ol­ duğunu gördüğüm için, işe koyulurken, bu süre içinde uğradığım bilgi kaybını, Türkiye'de olayları kendi gözleri ile izleyen biri­ nin yardımı ile gidermek zorunluğunu duydum. Böyle birini ararken şans karşıma dostum Kenneth P. Kirk- wood'u çıkardı. Yıllarca İzmir Koleji'nde tarih dersleri okutmuş bu dostun bu kitaptaki payı benimkinden az değildir. Bu arada Prof. Earle ve Hulusi Hüseyin Bey'e de yardımlarından dolayı teşeldcürlerimi bildirmek isterim. Haziran 1926 Arnold J.TOYNBEE 13
  • 14. YAZARIN ÖNSÖZÜ Türkiye üzerine böyle bir kitap yazmamı yayınevi 1923 ya­ zında teklif etmişti. O tarihte Ankara'dan henüz dönmüştüm. Da­ ha önce 1921 yılının büyük bir kısmını, Türk-Yunan Savaşı'm, bir bu yandan, bir öbür yandan inceleyerek geçirmiştim. İngilte­ re'de bulunduğumda da çoğu zaman Yakındoğu tarihini incele­ mek ve bu konuda dersler vermekle uğraşıyordum, v Elime kâğıdı kalemi alıp bu konuyu işlemeye, hatta aklım­ da plânını yapmaya bile vakit bulamadan, beklenmedik bir anda başka bir görev aldım. Bu durumda yayınevi büyük bir anlayış göstererek kitabı teslim tarihini daha geriye attı. Kitaba yeniden döndüğümde aradan epeyi bir süre geçmişti ve bu sürede Türki­ ye ' de yeniden büyük değişiklikler meydana gelmişti. Türkiye' de iken bu değişikliklerin ne kadar büyük bir hızla yer almakta ol­ duğunu gördüğüm için, işe koyulurken, bu süre içinde uğradığım bilgi kaybım, Türkiye'de olayları kendi gözleri ile izleyen biri­ nin yardımı ile gidermek zorunluğunu duydum. Böyle birini ararken şans karşıma dostum Kenneth P. Kirk- wood'u çıkardı. Yıllarca İzmir Koleji'nde tarih dersleri okutmuş bu dostun bu kitaptaki payı benimkinden az değildir. Bu arada Prof. Earle ve Hulusi Hüseyin Bey'e de yardımlarından dolayı teşeldcürlerimi bildirmek isterim. Haziran 1926 Arnold J.TOYNBEE 13
  • 15. BİRİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE VE BATI 29 Ekim 1923 'te, Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin bir karan ile 'doğan' Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıttır. Batı uy­ garlığımız, bazı çizgiler üzerinde gelişmeseydi -ve ilk dar sı­ nırlan dışına taşarak batılı olmayan zihniyetlerdeki daha de­ ğişik gelişme biçimlerini etkilemeseydi- 20 Nisan 1924 Ana­ yasası ile donatılmış ve 1925 yılında Türk devlet adamlarının izledikleri politikayla yönetilen bir Türk Cumhuriyeti'nin Anadolu'nun içinden çıkabileceği düşünülemezdi. Nitekim, bugünün Türkiye'sinde bir yabancı gözlemci­ nin ilgisini çeken her şeyin temelinin bazı Batılı etkilere ka­ dar izlenebileceğini söylemek bir aşınlık olmayacaktır. Bun­ lar Batılı etkilerden doğmamış olsalar bile, Batılı etkilere kar­ şı bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Cumhuriyetin kurucu­ larına, tespit ettikleri sınırlar içinde, Türk bağımsızlığını kur- tarmalan imkânını veren Türk Ordusu, Batı (ya da Batılılaş­ mış) devletlerin istilâ tehdidi karşısında yine Batılı örneklere göre donatılmış ve örgütlendirilmişim Ülkenin ana endüstrisi olan Türk tanmı, başlıca kânnı, 15
  • 16. ürünlerini Batı pazarlarına ihraç ederek sağlamakta ve faali­ yetini Batıdan ithal ettiği tarım araçları ile devam ettirmekte- . dir. Türk devletinin üzerine inşa edildiği siyasal fikir -birbiri­ ne kenetlenmiş bir millet, merkezî bir yönetim, bütünüyle ege­ men bir devlet ve hangi şekilde olursa olsun özerkliklere ta­ hammülsüzlük görüşü- modern Fransa'da biçimlenmiş olan devlet fikrinden alınmıştır. Son birkaç yıl içinde değişmekte olan Türkiye'deki bü­ tün başka değişikliklerden çok daha hızlı oluşmuş eğitim ve kadının haklarına kavuşması, genel olarak Batının İngilizce konuşan toplumlarındaki kadın hareketlerinden esinlenmiştir ve hatta bunun izlerini, bir dereceye kadar İstanbul'daki tek Amerikan eğitim kuruluşunun doğrudan doğruya yaptığı et­ kide bulmak mümkündür. Her daldaki Türk eğitimi, Türk ede­ biyatının şekli ve muhtevası, hatta dildeki evrim (kadın ile er­ kek arasındaki ilişkilerden sonra bir toplum içinde önde ge­ len en önemli unsur) bugün, Batı dünyasından gelen akımın inkâr edilmez etkilerini göstermektedir. Batılılaşma yolundaki bugünkü Türkiye, bu kitabın baş­ lıca konusudur. Kitapta, Türk yaşamının değişik yönleri eni­ ne boyuna gözlemlenmekte ve eleştirilmektedir. Fakat, Tür­ kiye'nin Batı dünyasının yörüngesine çekilmesinin anlamı bunun çok derin bir devrim hareketi olduğu görülmedikçe an­ laşılamaz. Öyle ki, bir buçuk yüzyıl önce -ister Türk, ister ya­ bancı olsun- en keskin gözlemci bile böyle bir devrimin olu­ şacağını düşünemezdi. Osmanlı İmparatorluğu, 1774 yılında Rusya ile yaptığı savaşların en büyüğü ve en felâketlisinden çıktığında Osman­ lı toplumunda Batı etkisinin en küçük izi bile yoktu. Siyasal ve toplumsal kuruluşları geleneklerden doğmuş ve Batıdaki- 16
  • 17. lerden bütünüyle bağımsız olarak gelişmişler, hatta bazı önem­ li noktalarda Batıdakilere düşman kesilmişlerdi. Bu kuruluş­ ların o zaman ilk bakışta dağılmaya yüz tutmuş görünmeleri, en keskin gözlemciler tarafından bile, Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nun ve belki de Türk milletinin ölmekte olduğu kanısına yol açmıştı. 1774 yılında, imparatorluğun bir yüzelli yıl daha yaşaya­ cağını, paramparça olduktan sonra da bu yıkıntının içinden, Batı milletlerine tek basma karşı duran, onların yaşayış düze­ nini uygulayarak Batı topluluğuna kendini eşitlik temeline da­ yanarak kabul ettiren bir Türk milletinin çıkacağını söylemek, çok aşın bir 'kehanet' olarak görünürdü. Okuyucuya bu devrimsel değişiklik üzerinde bazı izle­ nimler verebilmek için -bu izlenimler olmazsa bugünkü Tür­ kiye, ilginçliğinin büyük bir kısmını yitirir ve hemen hemen anlaşılmaz bir duruma gelir- kitabın ilk bölümünde Osmanlı İmparatorluğu'nun geriye doğru 1774'e kadar tarihi, 1774 ile 1919 arasında Batı etkisinin meydana getirdiği çalkantılar an­ latılmaktadır. Kitabın ana bölümünde ise 1919-1922 savaşı ve devrimi, soma da 1923 Lozan Antlaşması'mn ardından biçimlenmek­ te olan Türkiye ele alınmaktadn. Türkiye'yi, geçmişteki ve bu­ günkü biçimi ile ortaya koymadan önce, bir buçuk yüzyıl ön­ cesinde Batılılann gözlerine nasıl göründüğünü hatırlatmakta yarar vardır. Arada pek çok olayın geçmiş olmasına rağmen, bugün bile ülkesi ve halkı ile doğrudan doğruya temas etme­ miş Batılılann çoğunun kafasındaki 'Türkiye görünüşü' budur. "Türkiye" deyince, biz Batılılann aklına ne gelmektedir? Çoğumuz için Türkiye, 'halı, tütün, incir ve lületaşından pipo' demektir. Eğer bir iş adamıysak, Türkiye'yi İngiliz mallan için 17
  • 18. bir pazar olarak görürüz. Her iki durumda da Türkiye ile ilgi­ li düşüncemiz ticarîdir. Fakat hiçbir zaman, ilk düşünce ola­ rak, Türkiye, her yıl İngiltere'nin bir mal gönderdiği ve buna karşılık da bazı egzotik mallar satın aldığı bir yerdir. "Türkiye" deyince aklımıza gelen ikinci düşünce de coğ­ rafidir. Bize göre, harita üzerinde Türkiye önemli ticaret yolla­ rının geçtiği ve bazı stratejik noktaların bulunduğu bir bölgedir. Batı Avrupalı bakımından, Avrupa ile Asya'yı birleştiren iki kara köprüsü vardır. Güneydeki Türkiye, Kuzeydeki ise Rusya'dır. Oysa, Rus köprüsü devamlıdır. Türk köprüsü ise Bo­ ğazlar ve Marmara Denizi ile kesilmiştir. Aynı zamanda, bu deniz ve boğazlar, Batı için, Güney Rusya'ya, Kafkasya'ya ve aşağı Tuna havzasına ulaşan önemli ticarî ve stratejik yollar- : : Her iki yol -kuzeybatıdan güneydoğuya uzanan karayolu gjmeybabdankuzeydoğuya uzanan deniz yolu- Çanakka­ le ve İstanbul'da birbirlerini kesmektedirler ve bunun anlamı da, bizim için birkaç tarihî cümle içinde bulunmaktadır: "Bo­ ğazlar Sorunu", "Çanakkale Savaşları", "Hindistan Yolu" ve "Bağdat Demiryolu". Bu değişik fikir çağnşımlan üzerinde düşünürsek Türki­ ye'nin bizim için, Avrupa Sistemi'nin büyük devletlerinin ti­ carî, ekonomik, siyasal ve askerî faaliyetlerinin bir alanı, bir "no-man's land" Olduğunu görürüz. Bu, Batı dünyasının sınır­ ları dışında öyle bir alandır ki, üzerinde Batılılar zaman zaman birbirleriyle tehlikeli bir şekilde çatışmaya düşmekte ya da bir boşluk meydana getirdiğinde, komşu olduğu için, Avrupa'da kurulmuş olan 'nazik kuvvet dengesi'ni bozmaktadır. Başka bir deyimle, Türkiye'ye kendi dünyamız, alışveriş ve coğraf­ ya açısından bakmakta, onu kendi açısından ve insanlık yönün­ den görmemekteyiz. Üstelik ülkeye kendi adlarını vermiş olan Türkleri bile zihnimizden tamamen çıkarmaktayız. 18
  • 19. Bununla beraber, Türkleri taradığımızda da onlarla ilgili çok aşırı yargılara varıyoruz. Genellikle İngilizin kafasında Türke takılan sıfat "Konuşmaya lâyık olmayan adam"dır. Bu yaygınlaşmış önyargıya kaçınılmaz bir tepki doğmakta ve ba­ zı İngilizler için de Türk, normal İngilizde bulunmayan bütün erdemleri kendinde toplamış "mükemmel bir centilmen" ol­ maktadır. Tabii, her iki iddia da aşındır ve bunlar Türkleri ken­ dileri gibi insanlar olarak görmeyi başaramayanlardan çıkmak- tedm Bu çabalar Türkleri olduklan gibi görmek için değil, duyguların deşarjı için harcanmaktadır. Yaygın "konuşmaya lâ­ yık olmayan Türk" fikri kendilerini erdemli görmek isteyen­ lerin duygularım tatmin ermekte, bunun tersi olan "Centilmen Türk" fikri de yaygın bir önyargıya karşı çıkmak isteyenlerin- kini okşamaktadır. (Her toplumda, genel yargılara karşı çıkmak arzusunu tatmin etmeyi aramayan bir azınlık vardn.) Fakat her iki taraf da "kötü adam" ya da "kahramanı" gerçekten kendi­ lerinden ayn yaratıklar gibi ele almaktadır. Çünkü onlar Tür­ kü, kendileri gibi etten ve kandan yapılmış, kötülüğü de, iyili­ ği de bilen, mutlu olabilen ya da acı çekebilen yaratıklar ola­ rak görememekte, ciddiye alamamaktadırlar. Bu şartlar içinde, modern Türk tarihinin eğiliminin Batı­ da yanlış anlaşılmasında şaşılacak bir yan yoktur. Bu yüzden de Batılı gözlemcilerin Türkiye'nin yakın geleceği üzerine yaptıklan 'kehanet'ler hep yanlış çıkmıştır. Son bir buçuk yüz­ yıl içinde Türk tarihine egemen olan batılılaşma hareketi o ka­ dar yeni ve devrimci olmuştur ki, en keskin ve en yakınlık du­ yan gözlemci tarafından bile kolayca yanlış anlaşılabilirdi. Batılı gözlemcilerin Türkiye'ye bakmak için seçtikleri bu durum, insanlık dışı olmasa bile, yanlış anlamayı çok daha ka­ çınılmaz hale getirmiştir. Bu, belki pek azımızın farkında ol- 19
  • 21. duğumuz bir durumu açıklar. Fakat şurası da bir gerçektir: Ge­ riye doğru daha geniş bir açıdan bakacak geleceğin kuşakla­ rı bunu olağanüstü bir 'paradoks' olarak göreceklerdir. Türkiye 'deki, 1914-1918 Büyük Savaşı'ndan beri en yük­ sek noktasına ulaşan batılılaşma hareketi, modern dünya mil­ letleri arasında Batı uygarlığının gücüne tanıklık etmektedir. Buna rağmen, bu milletlere ilk hareketi veren Batı, görüldüğü gibi, kendi sağ elinin ne yaptığının farkında bile olmamıştır. Türkiye'nin modern tarihinin ana olayı şudur: Bizimkin­ den tamamen değişik bir tarihsel geçmiş ve sosyal sistemden hareket eden Türkler, son zamanda insan gücünün izin verdi­ ği bir hızla bizim alanımıza gelmeye başlamışlardır. Fakat Ba­ tılı gözlemcilerin çoğu, Türklerin ilerledikleri yönde yanılmış­ lar ve onlara bu yöne doğru yol gösteren yıldızı görememiş­ lerdir. Bu körlüğün nedeni, Türklerin bu maceralı yola çıktık­ ları ilk noktaya objektif bir bakış atmakta gösterdikleri başa­ rısızlıktır. Türklerin tarihsel geçmişleri ile bizimki arasındaki derin farkları gören Batılı gözlemciler, pek ender olarak durup her iki geçmişin de, aynı şekilde, belirli bir insan toplumunun be­ lirli bir çevreye tabii uyumu ile doğduğuna bakabilmişlerdir. Batılı gözlemciler, kendilerine sübjektif olarak ters göründü­ ğü için Türk geçmişinin genellikle 'gayri tabii' olduğuna hük­ metmişlerdir. Hemen hemen dinsel olan bu varsayımın etkisi altında, Batılı gözlemciler, gözleri önünde geçen olaylardan yanlış sonuçlar çıkarmışlardır. Türklerin bizimkinden değişik bir geçmişi olması ve son zamanlarda da bir değişme ve dert devresinden geçmekte ol­ duğu ' vakıa'larma dayanan Batılı gözlemciler, Türkiye'nin bir evrim geçirişini görememişler ve hemen günahlarının Allahın 20
  • 22. emrettiği cezayı ödemekte olduğu sonucuna varmışlardır. "Gü­ nahın bedeli ölümdür" ve "Avrupa'nın Hasta Adamı" sıfatı ta­ kılmış olan Türk, sonu ölüm olan bir hastalığa yakalanmıştır. Türk'etakılan "Hasta Adam" sıfatının garip bir tarihi var­ dır. Bu sıfat, Batılı zihnindeki Türk görüntüsünün değişmesine yol açmıştır. 1683 'teki İkinci Viyana Kuşatması ile 1774'de im­ zalanan barış antlaşması sonucu Rusların Karadeniz kıyılarına yerleşmeleri arasmda geçen süre içinde Batılıya göre asıl gü­ nahkâr kendileriydi; Türkler onları cezalandırmak için Allah'ın bir gazabı olarak üzerlerine salınmıştı. Türkler hakkındaki ye­ ni sıfat, 1853'te St. Petersburg'da Çar I. Nikola tarafından, İn­ giliz büyükelçisi ile yaptığı bir konuşmada kullanılmıştır. Çar, "Elimizde hasta bir adam var, çok hasta bir adam... Her an ellerinizde ölebilir..." demişti. O günden itibaren hasta adamın her an ölmesi, komşuları -bazıları sevinç, bazıları da endişe içinde- ve herkes tarafından hiçbir kurtuluş ümidi kal­ madığı düşünülerek beklenmiştir. Ölüm 1876'da, 1912'de ve tam bir güven içinde de 1914 yılında beklenmiştir. Ve Türkler sağlık ve güçlerinin yerinde olduğunu 'muzaffer' Müttefikle­ re Lozan Barış antlaşmasını imzalatarak ispatlamışta Buna karşılık yine de Türkün sinsi bir hastalıktan öleceğine kesin­ likle inanılmıştir. Kimi Türkiye'nin üç kuşak içinde frengiden kırılıp yok olacağım, kimi Türkün söküğünü dikmekten, loko­ motiflerini işletmekten 'âciz' olduğunu ve -yabancı azınlıklar da ülkeden atıldığına göre- ekonomik ehliyetsizlik içinde bo­ ğulup gideceğini ileri sürmüştür. Bu "Hasta Adam" teorisin­ de inat edilmesi, Batının Türkiye karşısındaki tutumunun ne kadar çok önyargılara dayandığını, objektif vakıalara ne kadar az önem verildiğini -olayların da ispatladığı gibi- en güçlü bir şekilde göstermektedir. Bu kitabı yazarken Çar Nikola'nın 21
  • 23. Türkler için "Hasta Adam" sıfatını kullanması üzerinden aşa­ ğı yukarı 73 yıl geçmiştir (1). Bugün Çarlık yalnız St. Peters- burg'dan değil, Rusya'dan da kalkmıştır. Ama "Hasta Türk", yatağım yorgamm İstanbul 'dan toplayıp Ankara'ya gitmiştir ve görüldüğü gibi bu hava değişimi ona pek yaramaktadır. Böylece, Türk, Türkün ne olacağı konusunda Batımn kendi zihninde yarattığı görüntüye bir türlü uymayarak Batı­ lıyı hep şaşırtmıştır. İki toplumun kişileri teker teker karşı kar­ şıya geldikleri ender zamanlarda da bu şaşkınlık çok daha bü­ yük olmuştur. Batılıya, Türkün Hint-Avrupa dillerinden biri­ ni konuşacak yerde garip bir Turan dili konuştuğu, Lâtin harf­ leri ile soldan sağa doğru yazacak yerde, Arap harfleri ile sağ­ dan sola doğru yazdığı ve Hristiyan olmak yerine Müslüman olduğu öğretilmiştir. Aklı bunlarla doldurulmuş bulunan Ba­ tılı, yassı burunlu, kayış gibi derili, çekik gözlü, nallarının bas­ tığı yerde ot bitmeyen ata binmiş bir yaban adamı ya da ba­ şında kubbe kadar büyük bir sarıkla sırtında çadır kadar bü­ yük bir kaftan bulunan; peşine taktığı bir sürü peçeli kadın ile sakalını uçura uçura dolaşan bir insan azmam ile karşılaşma­ yı beklemektedir. Batılı hiçbir zaman, kendi dinlerinden olan Macarlar ve Finliler gibi ulusların da Turan dilleri konuştuk­ larını, Arap yazısının çok eski ve güçlü bir yazı olduğunu, din bakımından Müslümanlığın tek Tanrı tanıdığını, Kalvinistler gibi kadere inandığını, Protestanlar gibi Kur'an'm aynen uy­ gulanmasını istediğini düşünmemektedir. Bunun sonucunda Batılı, Türk diye beyaz tenli, kendi gibi giyinen, Fransızcayı İngilizler ve Amerikalılardan çok daha iyi konuşan, yakışıklı görünüşlü bir Avrupa tipi ile karşılaşınca şok geçirmektedir. (1) Toynbee'nin bu kitabının ilk yayınlanış tarihi 1924'dür. 22
  • 24. Elbette bu kitabı okuyanların çoğu Mustafa Kemal'in fo­ toğraflarını görmüşler ve her halde Türkiye Cumhurbaşkanı­ nın görünüş bakımından ulusunu temsil edip etmediğini dü­ şünmüşlerdir. Bu sorunun cevabı olumludur. Sarışın, gri göz­ lü, açık tenli, düz burunlu "Alpli" ya da "Kuzeyli" tipi belki de Türkler arasmda esmer "Akdenizli" tipinden daha yaygın­ dır ve bugün Türkiye'de pek az olan "Moğol" tipinden de uzaktır. "Moğol" tipine Anadolu'nun çok içerlerinde rastlan­ maktadır. Türkiye'de kıyılardan içerlere doğru yolculuk eden ve sözgelişi, izmir'den Afyonkarahisar' a giden bir yabancı, ırk farkları bakımından Avrupa'da Riviera'dan Normandiya'ya ya da Bavyera'ya,giden bir yolcudan daha değişik izlenimler edinmektedir. Türkiye'de bir yolcu batı kıyısından Anadolu'nun içerle­ rine doğru ilerledikçe fizik görünüş daha açık renklere doğru değişmektedir. Yani, yolcu sanki Orta Asya'ya doğru değil de Kuzey Avrupa'ya gidiyormuş gibi bir izlenim edinecektir. Eski Osmanlı İmparatorluğu'nda egemen yönetici sını­ fındaki Türklerde, belki Orta Avrupa'dan, Rusya'dan ve Kaf­ kaslardan Slavların ithal edilmiş olmalarının etkisi görülebi­ lir. Fakat bugünkü Türk halkının çoğunluğu doğrudan doğru­ ya ve daha somadan Türkleşmiş olan, eski Anadolu halkla­ rından, Etiler, Frikyalılar ve Bizanslılardan gelmektedir. Bu­ güne kadar elde ettiğimiz bilgilere göre, ırk değişimi çok de­ rin olmamıştır. Bugünkü Türk ulusunda görülen fizik nitelik­ ler Milâttan önce onbirinci ve hatta onaltmcı yüzyıllarda da egemen tipleri meydana getirmekteydi. Daha somaki Osman­ lı toplumunun çekirdeğini teşkil eden ve Orta Asya steplerin­ den kalkıp Kuzeybatı Anadolu'ya yerleşen Türkler de görü­ nüşleri bakrmından saf Moğol tipinde değillerdi. 23
  • 25. Orta Asya steplerinin göçebeleri yalnız Moğollardan de­ ğil, bunların etrafında bulunan her türlü tiplerden meydana gel­ mişlerdir ve tarihin başlangıcında, dünyanın bu bölgesinde "Nordik" (Kuzeyli) tipinin Çin sınırlarına kadar daha hâkim bir tip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Türklerin değişik tip- lerdeki atalarının bugünkü karışmış Türklerde görülen tipler­ den daha değişik olduklarını ortaya koyacak bir delil yoktur ve şüphesiz Türkler, kütle olarak "Beyaz Irk"a mensup bu­ lunmaktadırlar. Şurasım da belirtmek gerekir; fizik görünüş sorunu, sa­ nıldığından daha az önemlidir. Yaygın bir inanca göre "Beyaz Irk" ve Batı toplumu bhbirinin aymdır. Yani, bütün Batılılar beyazdır ve bütün beyaz insanlar da Batı uygarlığının çocuk­ larıdır. Gerçekte bu, tam bir yanılmadır. Yeni dünyada, sözge­ lişi, Amerika Birleşik Devletleri'nde İngilizce konuşan, Pro­ testan Kilisesinin Metodist kolundan zenciler; Meksika ve Brezilya'da, dinleri Katolik, dilleri Lâtinceye dayanan renkli insanlar vardır ve bunlar kültür bakamından Batılıdırlar. Bu­ na karşılık, eski dünyada, batı kültürü dışmda olan değişik be­ yaz uluslar vardır ve her zaman da olmuştur. Bugünün eski dünyasında, Rifîler, Kürtler ve daha iyi bir örnek olarak, Hin­ distan'ın kuzeybatı sınırındaki halklar ya da Japonya'nın ku­ zeyindeki Ainular gibi toplumsal şartlan atalanmızm onsekiz yüzyıl öncesinin şartlarına benzer beyaz barbarlar bulunduğu gibi, Ruslar ve İranlılar gibi Batı uygarlığından olmayan fa­ kat uygar beyazlar da vardır. Bunlann yanı sıra, bir uygarlığı bir kenara bırakıp başka bir uygarlığa geçmeye çalışan Türkler gibi beyazlar da bulun­ maktadır. Kitabımız bunları ele almaktadır. Ne kadar gariptir; Türkler beyaz insanlar olmakla beraber, 24
  • 26. başka renkteki insanları eşit görmeyi reddeden Batı dünyasının Protestan beyazlarından, özellikle bunların İngilizce konuşan­ larından aksi bir tutum içindedirler. Bu bakımdan, Türkler Ba­ tı toplumunun Lâtin asıllı üyelerine benzemektedirler. Fransız ordusunda olduğu gibi, Türk ordusunda da renkli bir subayın beyazlara komuta emğini görmek, bir anormallik değildir. Türk­ ler arasındaki bu ırk hoşgörüsü eski bir İslâm geleneğidir ve Ba­ tılılaşma dalgasının bu geleneği ortadan kaldırması da pekmuh- temeldir. Fakat Türkler, Batı uygarlığım Amerikan biçimi ile de­ ğil de, Fransız biçimi ile kabul ettiklerinden, bnakmakta olduk­ ları uygarlığın en üstün taraflarından biri olan bu hoşgörüyü tam kaybetmeyecekleri konusunda yine de ümit vardır. Türkiye ve Türkler hakkındaki bugünkü Batı inamşlarımn değiştirilmesi gerektiği üzerinde bir hayli söz söyledik. Şimdi bunun neden böyle olduğunu anlatalım: Nedeni şuduı, Batılı gözlemcilerin çoğu Türkiye'ye dışardan, Batı dünyasına yas­ lanmış bir anormal şişkinlik gibi bakmaktadnlar. Bu açıdan ba­ kıldığında, Türkiye çözümlenmesi imkânsız bir sınır olarak gö­ rünmektedir. Bu kitabın geri kalan kısmında, kendimizi bu Ba­ tı açısının dışına çıkarmaya çalışacağız ve ayaklarımıza Türk ayakkabılarım (daha doğrusu giyip çıkarması bizim çizmeleri­ mizden çok daha kolay olan Türk pabuçlarım) giyip, dünyaya Türklerin gözü ile bakacağız. Bunu başarabildiğimiz takdirde, yalnız Türkleri daha iyi anlamakla kalmış olmayacağız; kendi uygarlığımızı da yeni bir ışık altında göreceğiz. O zaman Batı, gözlerimizde, Rusların, Çinlilerin, Türklerin, Hindulann gör­ dükleri gibi canlanacaktır. O zaman karşımıza, bir dev enerji­ sine sahip, etkileyici bir yabancı güç ve inkâr edilemiyecek hat­ ta hayret verici bir varlık olarak çıkacaktır. Bu arada, "Hasta Adam" olmakla beraber, Türklerin has- 25
  • 27. talığmın hiçbir zaman öldürücü olmadığını da ortaya çıkara­ cağız. Çar Nikola, teşhisinin bu ikinci ve daha heyecan verici kısmında çok ileri gitmiştir. Çünkü hastalığın belirtilerinin anlamını kavrayamamıştır. Tabiat bilgisi olmayan bir kişi, de­ risini değiştiren bir yılan gördüğünde, hayvanın derisini kay­ bettiği için bir zamansama tekrar eski durumuna geçeceğine inanmaz. Bu inancına bir gerekçe olarak da, bir insanın ya da başka bir memeli hayvanın, derisi yüzülmek talihsizliğine uğ­ radığında da yaşadığının hiç görülmediğini söyler. Evet, bir panterin postundaki benekleri ve bir Habeş'in derisinin ren­ gini değiştiremeyeceği kanısı doğrudur. Fakat tabiat meraklı­ sı kişi daha derin bir inceleme yapmış olsaydı, yılanın her iki­ sini de yapmasının çok tabii bir olay olduğunu öğrenirdi. El­ bette deri değiştirmek yılan için de güç ve rahatsız edici bir iştir. Bir süre için dış etkilere açık kalmakta, hayatı, sadece düş­ manlarının merhametine bağlı kalmak tehlikesine düşmekte­ dir. Bu arada, şahinlerin ve kargaların elinden kurtulabilmiş- se; yalnız sağlığına yeniden kavuşmakla kalmamakta ve ze- hiri daha da güçlenerek yeni bir gençlik elde etmektedir. - Bunun en yeni örneği Türklerdir ve onlar için "Hasta Adam" yerine "Deri değiştiren yaratık" demek, durumları için çok daha uygun düşmektedir. Bu kitabın amacı, yeni derileri altında Türkleri daha iyi anlatabilmektir. Türkleri daha iyi anlayabilmek için de onun geçmişte ve şimdi ne olduğunu; ayrıca eski derisini nasıl atıp yenisini yine nasıl sırtına geçirdiğini incelememiz gerekmek­ tedir. Kitabın bundan somaki bölümlerinde, yeni Türkiye'nin derinliğine bir incelemesine geçmeden önce eski Osmanlı İm- paratorluğu'nu ve son bir buçuk yüzyıldır süregelen bu deri değiştirme olayım ele alacağız. 26
  • 28. İKİNCİ BÖLÜM ESKİ OSMANLI İMPARATORLUĞU (1299-1774) Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun kurumlan özellikle iki kaynaktan gelmektedir: Birincisi, Orta Asya steplerinin hayvan­ cılıkla geçinen göçebe toplumlan uygarlığı, ikincisi de İslâm uygarlığıdır. Moğollar önünden kaçan birkaç yüz göçebe, Ana­ dolu yaylasının kuzeybatı ucunda ve onüçüncü yüzyılda Osman­ lı Devleti'nin temellerini atmışlardır. Yurtlarından sürülmüş olan bu göçebeler, Seyhun ve Ceyhun havzasından çıkıp Ana­ dolu'nun kuzeydoğu kanadından girerek İslâm dünyasının öbür ucundaki yeni yurtlarına gidinceye kadar süren uzun geçiş dö­ neminde, o zamanların Marmara denizi kıyılarında Bizans uy­ garlığı ile yanyana yaşayan İslâm uygarlığının etkisi altında kalmışlardır. Osmanlıların kurduklan ve bütün Ortadoğuya yay- dıklan yeni toplumun dayandığı iki unsurdan biri, Batı için bü­ tünüyle yabancıydı. İkinci unsur ile de sadece geçici bir süre, o da daha çok düşmanca bir biçimde ilişki kurmuştu. Orta Asya'nın özel şartlannın kurulmasına yol açan ku­ rumlar (bunlar Osmanlılar tarafından yeni aşama şartlanna uy­ durulmuşlar ve soma sistemlerinin en başta gelen özellikle- 27
  • 29. rinden olmuşlardır) Batı dünyasında hiçbir zaman yerleşeme- mişlerdir. Daha önce Batıya gelmiş olan Hunlar, Moğollar gi­ bi göçebeler, Macarlarda olduğu gibi, kendi etkilerinin izleri­ ni bırakmadan yeni çevrelerinin şartlan içinde erimişlerdir. Os­ manlı toplumunun ikinci unsuru olan îslâm da -isteyerek- Ba­ tı Hristiyanlığma yabancı kalmışta. İslâm'ın, son aşaması olduğu eski Ortadoğu uygarlığı ile eski Yunan-Roma uygarlığından doğan modern Batı uygarlı­ ğı arasında, zaman zaman karşılıklı etkilenmeler olduğu doğ­ rudur. Ortadoğunun Büyük İskender tarafmdan fethi, sonun­ da Yunan-Roma dünyasının Doğu Hristiyanlığmca kültür yö­ nünden fethedilmesine yol açmıştır. İfadesini artık İslâm'da bulan Doğu da, eski topraklannı silâh gücü ile yemden ele ge­ çirdiğinde Yunan bilim ve felsefesinin manevî etkisi altına girmiştir. Bundan soma bu fethin meyveleri İslâm kanallarından Batı'nın genç toplumuna geçmiştir. Bukarşılıklı alışverişin bü­ yük önemi vardır. İki toplum arasındaki düşmanlık, bir tara­ fın İslâmlığı, öbür tarafın Hristiyanlığı kabul etmesinden son­ ra süregelen uzun mücadelelerin tabii bir sonucu olmakla be­ raber, bu düşmanlıkla alışverişler, birbirinin içine girmelerden ötürü daha da artmıştır. Her iki toplumda bulunan ortak un­ sur, tarafların birbirlerini doğru yoldan aynlmakla suçlama­ larına yol açmıştır. Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun bu iki kültürel kökü, Batı toprağından doğmuş yeni toplumlara yabancı kalınması, hatta düşman olunması sonucunu vermiştir. Osmanlı kurum­ larının bu Batılı olmayan, hatta Batı düşmanı karakteri, bun­ lar incelendikçe daha iyi bir biçimde görülecektir. 28
  • 31. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kurumlarda göçebe­ lik çok daha belirlidir ve bu unsurun anlaşılması bazı önyargı­ lar yüzünden güç olmaktadır. Yerleşmiş uluslarda yaygm ve çok defa yanlış olan bir inanca göre, göçebe hayat ilkel bir hayat­ tır. Bu inancın gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Steplerin hayvan­ cılıkla geçmen toplumları, avcılıkla geçinenlerin ya da tarım yapanların tutunamayacaklan bir fiziksel çevre içinde yaşama­ larım sürdürmektedirler ve bunu başarmak için de çok karışık ve sıkı bir uygulamayı gerçekleştirmektedirler. Nitekim, insa­ nın ilerlemek için geçebileceği yollardan biri olan göçebe ya- şamımn zayıf noktası, ilkel bir seviyenin üstüne çıkamamak de­ ğil; aksine, çok karışık bir sosyal örgütlenme ile, belli bir çev­ rede tam bir denge sağlamaktır. Böyle bir denge, dengesizlik unsurunu ortadan kaldırmakta ve daha iyiye ya da kötüye doğ­ ru değişmelere kapıyı kapamaktadn. Gerçekte, göçebeler in­ san ailesinin karmcalanyla anlarıdır. An kovamnda ya da ka­ rınca yuvasında olduğu gibi göçebe toplumlarda da toplumu meydana getiren değişik tipteki bireyler, bütün faaliyetlerinde sıkı bir askerî disiplinle "koordine" edilmişlerdir ve bütün ha­ reketlerinde stratejik bir plâna uymaktadırlar. Steplerde hayat ancak çobanlar, hayvanlar ve köpek, deve, at gibi eğitilmiş hayvanlar arasmda kurulan ilişkilerin tam işlemesi ile sürdü­ rülebilir. Çobanların hayvanlarım kontrol edebilmeleri için eği­ tilmiş hayvanların bunlara hizmet etmeleri gerekmektedir. Top­ lum, sayı üstünlüğünü dorukta tutabilmek için değişik mevsim­ lerde, değişik yerlerde otlakların gelişmelerinin azamisine u- laşmalannı izlemek zorundadır. Otlak aramak için yapılan y- er değiştirmeler çok önceden plânlanmıştır ve bunian bulmak için önderlerin çok ehliyetli ve tecrübeli olmalan gerekmekte- 29
  • 32. dir. Tıpkı bir ordu komutanının kuwetlerinin hareketini plân­ laması gibi. Hareket, genellikle bazan binlerce kilometre uzun­ luğunda yıllık bir yörüngeyi izlemektedir. Bu, başıboş bir do­ laşma değil, ritmik bir harekettir. Aynı hareketlere ileri yerleş­ miş toplumlarda da rastlanmaktadır. Sözgelişi, İtalyan işçile­ rinin gemilere binip Arjantin ve kuzey ülkelerine ürün kaldır­ maya gitmeleri ya da Batı'mn büyük şehirlerindeki banliyö­ lerde oturan işçi ve memurların her gün şehrin merkezine akın etmeleri gibi. Göçebelik çok gelişmiş ve çok sıkı örgütlenmiş bir hayat şeklidir. Daha ileri aşamalar yapabilmek bakımından sonu karanlık bir yol gibi görünmesine karşılık, tabii çevresi içinde en ekonomik yaşama biçimidir. İklim midir, yoksa başka birşey mi, sebebi hâlâ karanlık olan bu esrarlı ve ritmik hareketler, birdenbire alışılmış yıllık yörüngesinden çıkıp göçebe bir toplumu steplerden yerleşmiş bir toplumun topraklarına atınca ortalık karışmaktadır. Göçe­ be, bundan soma fetihlere başlamaktadır. Steplerde yaşamını sürdürmek için geliştirmiş olduğu disiplin ve örgütçülük onu, önünde durulmaz bir kuvvet haline getirmiştir. İlk başta, ken­ di şartlarına yabancı bir çevre içinde tarımcı ve tüccar toplum­ lara savaş açmakta ve bunları egemenliği altına almaktadır. Bu yabancı çevre içinde, göçebenin enerjisi, daha sonraları sürü­ leri yönetmekten bir imparatorluğu yönetmeye dönmektedir. Ayrıca bütün insanların yaptıkları gibi, karşılaştığı bu yeni problemi geçmişte edindiği tecrübeleri uygulayarak çözmeye çalışmaktadır. Kendisini hâlâ bir çoban olarak görmektedir, a- ma bu defa hayvanların değil, insanların çobanı olarak. Ko­ yunlarla sığırlardan daha yumuşak başlı olan bu insan sürüle­ rini kontrol altında tutabilmek için de önceleri köpekleri son- 30
  • 33. ra develerle atlan eğitmesi gibi, insanlar arasından seçtiği "ço­ ban köpekleri"ni yetiştirmektedir. Kendisine yardım edecek bu tür insanlan yetiştirmek için de vaktiyle atalannın yardım­ cı hayvanlan yetiştirmede harcadıklarından daha çoğunu tü­ ketmekte ve dolayısıyla daha büyük fedakârlıklarda bulun- maktadtf (1). Bilinen bütün göçebe imparatorluklannda uygulanan sis­ tem bu olmuştur ve Osmanlılar bunu kendilerinden öncekiler ve çağdaşlarından çok daha etkili bir biçimde uygulamışlar­ dır. Bunun nedeni, belki de, kendilerinin küçük bir azınlık teş­ kil etmeleri, egemenlikleri altına aldıklan ulusların çok zeki ve çok daha uygar olmalan ve böyle bir ortam içinde korun­ mak amacıyla daha büyük çabalar harcamalandır. Bunun yam sıra, göçebe imparatorluğu sistemi, en geliş­ miş biçiminde bile, bünyesinde kendi çürümesinin tohumlan­ ın taşımaktadır. Çünkü bu sistem iki yönden tabiata aylandır. Birincisi, steplere özgü bir yaşama biçimim, -bu biçim çevre içinde en ekonomik olanı ve tek yaşama imkânım verenidir- krrlar ve şehirler dünyasına yerleştirmeye çalışmak teşebbüsü­ dür. Oysa bu biçim, yeni çevre içinde ekonomik değildir ve hem gelişmiş, hem de kendi kendine yeter hale gelmiş toplumu çok önceleri geçirmiş olduğu bir döneme geri çevirmek demektir. ikincisi, insanlarla ilişkilerde, hayvanlarla olan ilişkileri örnek alıp bunlan insanlara kütle halinde uygulama teşebbü­ südür. İnsan tabiatı böyle bir tutuma er ya da geç başkaldıra­ caktır. Nitekim dört yüzyıl soma (1373- 1774) Osmanlı îm- (1) Bunlara Arapça reaya denmektedir. Bu sözcük Arabistan'da impara­ torluklar kurmuş Orta Asyalı ve Moğol göçebelerden alınmıştır. Giderek de Hin­ distan Moğollanndan İngilizceye geçmiştir ye bugün Ingilizcede kullanılan' 'ry- ot" sözcüğü de buradan gelmektedir. 31
  • 34. paratorluğu'nun çökmesi başlamıştır. Buna rağmen benzerle­ rinden çok daha bilimsel bir biçimde kurulmuş olmasından ötürü kadere daha uzun bir süre karşı koyabilmiş, Hun, Avar, Moğol ve Hint- Moğol imparatorluklarına göre dağılmaya karşı daha çok azimle savaşmıştır. Kısacası, göçebe imparatorluklanmn metodu, yerleşmiş uyruklarrmn çoğunluğuna "insan sürüleri" muamelesi yapmak­ tır. Bunlar zaman zaman "sağılır", "kırkılır" ve en küçük bir itaatsizlik belirtisi gösterdiklerinde de amansız bir baskı altma alınırlar. Bunun dışmda kendi hayatlarım yaşamaya bırakılırlar. Bunların kontrolü da, gerek savaş esirleri arasından seçilmiş, gerek esir tüccarlannca sağlanmış ve gerekse sürü yetiştirmek için -bir kuzunun koyundan, bir buzağının inekten aynlması gi­ bi- zaman zaman çekilip alınmış çocuklardan meydana gelme bir seçme "çoban köpekleri" aracılığı ile yürütülür. Osmanlı sisteminde "çoban köpekleri", "insan sürü- sü"nden bilerek ve her bakımdan bütünüyle ayrı tutulmuşlar­ dır. Bunlar toplumun pasif üyeleri değil, devletin gerçek gü­ cü olmuşlardır. Aynı zamanda da, üzerlerine düşeni yaptıkla­ rı sürece kendi hayatlarını yaşamalarına izin verilmesine rağ­ men, sıkı ve şaşmaz bir disiplin altında tutulmuş; sorumluluk- lan arttıkça da benliklerine daha az sahip olmaları sağlanmış­ tır. Mesleklerinin başından sonuna kadar, paşa, vezir olduk­ tan soma onlara, kendilerinin, kanlarının ve çocuklarının ve sahip olduklan her şeyin devlete ait olduğu sürekli ve çırak­ lık devirlerindekinden de daha çok hatırlatılmıştır. Göçebe imparatorluklanmn çoğunda devlet demek otok- ratik bir hükümdar anlamına gelmektedir. Bu yüzden ölümle­ rinden sonra bütün mallar efendiye geçer. Efendi isterse, ben- 32
  • 35. desini mevkiinden uzaklaştırarak istediği zaman malına, mül­ küne ve hatta hayatma el koyabilir. Bununla beraber, hayvan benzerinin aksine, "Çoban köpeği" efendisi ile aynı cinsten olduğu için göçebe imparatorluklarının çoğunda, hükümdar ailesi ile bunun gücünün dayanmakta olduğu bendelerin bir­ birlerine karışması eğilimi ortaya çıkmaktadır. Sözgelişi, Mı­ sır'da Memlûk (Arapçada bu sözcük mülk parçalan anlamına gelmektedir) adı verilen esir bendeler, Selâhattin Eyyubi'nin mirasçılannm elinden iktidan almışlardır. Böylece 1250'den 1811'e kadar Mısır, önce esirden efendilerinin yerini alan, soma bunlann esirlerinin efendilerine hâkim olarak yeni efen­ diler haline gelmelerine dayanan bir sistemle yönetilmiştir. Yine Ortaçağ Hindistam'nda, Orta Doğuda olduğu gibi İslâmlığın eski göçebeler arasında yayılması üzerine Delhi'de 82 yıl" süre ile (1206-1287) bir dizi "esir kırallar" görüyoruz. Taht, babadan oğula değil, efendiden esire geçmiştir. Savaşlarda esir düşen ya da esir tüccarlanndan satın alı­ nan çocuklar sıkı bir eğitimden geçirilip tahta oturmaya lâyık olduklanm ispat edebildikleri takdirde kral olabilmekteydiler. Osmanlı împaratorluğu'nda ise, devlete ve toplumun hâ­ kim unsuruna adını vermiş olan kurucunun torunlan, 1922 yı­ lma kadar tahtı başkalanna vermemişlerdir. Fakat XV yüzyı­ lın başlarından beri Osmanlı sultanlan meşru evlilikler yap­ mayı bırakmışlar ve yalnız erkek esirler gibi elde edilmiş, se­ çilmiş ve yetiştirilmiş " cariye "lerden çocuk sahibi olmuşlar­ dır. Böylece esirlik müessesesinin Sultan Mahmut II. (1808- 1839) tarafından kâldınlmasına kadar Osmanlı İmparatorlu­ ğu hükümdarlanmn kendileri de birer esir, daha doğrusu, ana tarafından, babalarının esirlerinin çocukları olmuşlardır. 33
  • 36. Bu sistem, Sultan Mehmet Il.'nin neden mirasçılarına tahta çıktıkları zaman erkek kardeşlerim öldürmelerini salık vermiş olduğunu çok iyi anlatmaktadır. Hükümdar ailesi de, esir bendeleri ve onların altındaki "insan sürüsü" gibi ehlileş- tirilmiş hayvanlar örneğine göre muamele görmüştür. İşe ya­ ramayanlar -nesli devam ettirecek en sıhhatli ve güzel kedi yav­ rusunun seçildikten sonra diğerlerinin suya batınlıp boğulma­ ları gibi ortadan kaldırılmalıydı. Osmanlı İmparatorluğu'nun sağlamlığı, düzenli çalışma­ sı; saray bahçıvanından sultanın kendisine kadar, Hristiyan bendelerin eğitimine dayanmıştır. Savaşlarda esir düşmüş ya da bu sistemden geçmiş, sonra Batı'ya kaçmış Hristiyan ço­ cuklarından bu eğitim sistemiyle ilgili ilk elden bilgilere sa­ hip bulunuyoruz. Bu bilgileri bizlere sağlayanlardan biri Schiltberger adındaki bir Alman gencidir. Schiltberger, 1397 yılında Niğbolu savaşında esir düşmüş, Enderun'a alınmış ve 1402'de Ankara Savaşı'nda Osmanlı ordusu saflarında Ti­ mur'a karşı savaşırken bir kere daha esir düşmüştü. Orta As­ ya'ya götürülen Schiltberger fidyesini ödeyerek bir süre son­ ra esaretten kurtulmuş ve Almanya'ya dönüp başından geçen­ leri yazmıştı. Sistemin yüz yıl somaki durumu da Cenovalı Menavino tarafından anlatılmıştır. Eski esirlerin kalemlerinden öğrenil­ miş bilgiler, Osmanlı İmparatorluğu'nun, çağında, yönetim ve savaş sanatlarında neden dünyanın en güçlü devleti olduğunu göstermektedir. Bu sistem ve Osmanlı kurumları yüzyıllar bo­ yunca Batı için bütünüyle yabancı kalmıştır. Yukarda sözünü ettiğimiz değişik yollardan sağlanan dev­ şirme çocuklar ya da gençler önce üç dört yıl için iç Anado- 34
  • 37. lu'ya gönderilmekte, orada Türkçe'yi öğrenmekte ve ağır iş­ ler görerek beden sağlamlığı kazanmaktaydılar. Soma bu genç­ ler başkentteki "depolara" sevkedilmekteydiler. Buralarda iç­ lerinden bir ayıklama yapılmakta, kimi saray bostancılığına, kirni donanmaya, kimi de özel kişilerin yanma verilmektey­ di. Bu iki kademenin ardından en uygun olanlar da Yeniçeri ocaklarına atanmaktaydı. İmparatorluğun çökmeye yüz tutma­ sına kadar bu ünlü piyadelerin sayısı 12.000 olarak sınırlan­ dırılmıştı. Yeniçeriler, Batı'da gerçekten lâyık oldukları ünlerine rağmen, tam anlamıyla sistemin "elitleri" değillerdi. Devşirmeler (Eflâtun'un düşsel Cumhuriyetindeki "çoban köpekleri" gibi) savaşçı ve yönetici olarak ikiye ayrılmaktay­ dılar. Yönetici olacak adaylar işin en başında seçilmekte, Ana­ dolu'ya gönderilecek yerde Edirne, İstanbul ve çevredeki bazı şehirlerde bulunan yatılı okullarda on iki yıl süreli bir eğitim­ den geçirilmekteydiler. Adaylar, bu okullarda edebiyat (Türk­ çe, Arapça ve Farsça), İslâm dini ve felsefesi, savaş sanatı ve ayrıca bir meslek öğrenmekteydiler. Okulu bitirdikten sonra da, pratik eğitim olarak sarayda küçük görevlere atanıyorlardı. Gö­ revleri büyüdükçe sultan'm şahsına daha çok yaklaşıyorlar, sul­ tana yaklaştıkça da görevleri büyüyordu. 25 yaşma gelince her biri sultan ile görüştürülüyordu. Sultan bunlara birer at ve do­ natımını veriyor, bunun ardından da yeni bir seçme yapılıyor­ du. Yeteneklerine göre; kimi sultanın maiyetinde sipahi olarak kalıyor, sayılan daha az olan kimine de sorumluluğu bulunan görevler veriliyordu. Artık bu sonuncular için beylerbeyi, vezir ve hatta sadrazam olma yollan açılıyordu. Bu hayret verici eğitim sisteminin yürütüldüğü ilkeler 35
  • 38. hiç şaşmayan bir uygulamaya dayamyordu: Bilimsel bir seç­ me, görevlerin taksimi, amansız bir disiplin ve rekabet. Bu so­ nucu unsur, eğitimin her safhasında yalnız daha yüksek bir mevkie gelmek imkânı değil (son hedef sadrazam olmaktı) ay­ nı zamanda maddî çıkardan da meydana gelmişti. Görev mev­ kii yükseldikçe maddî gelir de artıyordu. Devşirmeler, çırak­ lık devresinde bile ücret alıyorlardı. Adaylar zorla Müslüman yapılmıyorlardı. Eğitim devresi süresinde çevrenin bilinçaltı­ na yaptığı etkiyle -ve belki de yaşlan ilerledikçe çıkarlarının nerede olduğunu görmelerinin etkisi ile- kendiliklerinden Müslümanlığı kabul ediyorlardı. Bununla beraber, Osmanlı împaratorluğu'nun eski Hristiyan yöneticileri, çocuklukların­ da ayrılmış olduklan aileleri ile bazan -sultanın hizmetinde bu- lunduklan bütün süre boyunca- ilişkilerini sürdürebiliyorlar- dı. Sözgelişi, Sultan Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarında üçüncü vezir olan Arnavutluklu Ayaz Paşa, Avlona'da bir ma­ nastıra girmiş olan köylü annesine her yıl para göndermek­ teydi. Hayata Sırbistan'daki bir kilisede hizmetle atılmış olan Sokollu, Sultan Süleyman'ın saltanatının son"devrinde vezir olduktan soma Makarios adındaki bir yalçınının yararına Peç'te bir Sırp Patrikliği kurdurmuştu. Bütün bu sistemin kilit noktasını, sultamn özgür Müslü­ man tebaasının bu görevlere alınmaması kuralı teşkil ediyor­ du. Saray hizmeti, yalnız Müslüman olmayan kimselere açık­ tı. Bunlann çocuklan ise özgür Müslümanlar sınıfında yerle­ rini alıyorlardı ama bu kez de, sınıflarına uygulanan kural ge­ reğince babalannm mesleğini kendi kişiliklerinde sürdüremi- yorlardı. Bu kural, imparatorluğun kaderinin ellerine bırakıl­ dığı kişilerin yeteneklerine göre seçilmelerim; sıkı bir eğitim- 36
  • 39. den geçmelerini, bu yetenek ve eğitimin açtığı iktidarın, ken­ dilerini yaratan ve "bende" olarak kalmalarını isteyen hane­ dana rakip aileler haline gelmemelerini sağlıyordu. Tabii bu, yine insan tabiatma aykırı bir tutumdu. Öte yan­ da da özgür Müslüman derebeyleri imparatorluk ordusuna, bendeler sımfı kadar çok asker vermekle, hâkim dinin men­ supları olmakla ve kendilerim imtiyazlı bir sınıf olarak gör­ mekle beraber siyasal ve askerî yüksek mevkilere gelemiyor- lardı. Bu mevkilere gelen devşirmeler de, bu mevkilerini ken­ di ailelerinden birine bırakamıyorlardı. 1566'dan soma, imparatorluk varoluşunun ikinci yüzyı­ lını tamamlarken sisterrıin bu kilit noktası gevşetilmiştir. Ben­ deler sınıfı, kendi çocuklarının da hizmete alınmasına sultanı ikna etmiştir. Bunları özgür Müslümanların da devlet hizme­ tinde eşit haklar elde etmeleri izlemiştir. O andan itibaren de Osmanlı devlet sistemi çürümeye yüz tutmuş ve imparatorluk tedricen, yalnız Batılı Hristiyan devletlere karşı değil, aynı za­ manda Doğulu Hristiyan "sürüleri" ne de güç karşı koyar du­ ruma gelmiştir. Şimdi, Osmanlı örgütlemşinin diğer bölümlerine de kısa bir göz atmamız gerekiyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu örgüt modern Batı devletlerinden, tepeden tırnağa kadar de­ ğişiktir. Batı devletlerinin eğilimi, yatay değil, dikeydir. Yani, bu eğilim, ülkenin bütün vatandaşları için millî bir tekdüzeli­ ğe dayanan eşit vatandaşlığa; vatandaşların kastlara göre de­ ğil, yerleşme yerlerine göre gruplandınlmasma doğrudur. Gö­ çebe toplumlarda ise bu eğilim yataydır. Toplumda çobanlar, çoban köpekleri ve sürüler hiyerarşisi vardır. Kastlarda oldu­ ğu gibi (birbirine muhtaç bulunmakla beraber) bunlar arasın- 37
  • 41. da da eşitlik, tekdüzelik anlamsız şeylerdir. Çünkü bunların üyeleri birbirinden tür olarak değişiktirler. Ayrıca mahallî gruplaşma görüşünü de uygulamak imkânsızdır. Çünkü, bir Batı ordusunun topçusunun, süvarisinin, piyadesinin birbirle- m e ı m i r a ç omaarL g&i göçebe topıvmuann unsurlarının da birbirlerine muhtaç bulunmalarına karşılık, ana görevde sü­ rekli yer değiştirme halindedir. Bu bakımdan, Osmanlı impa­ ratorluğu göçebelik tohumlarından meydana gelmiştir. Sulta­ nın, yukarda tarifini yaptığımız ve devletin çekirdeği olan devşirme takımının belli bir yerleşme yeri olmamış, bunlar im­ paratorluk topraklarında enine ve boyuna görev gereğince ya­ yılmıştır. (Sultanın karargâhı biİe hareket halindeki bir kamp manzarası göstermiştir.) Bu "çoban köpekleri" altındaki "in­ san sürüleri" de bazı gruplar halinde devletin topraklarına ya­ yılmışlardır. Egemenlik altına alman bu yatay örgütlere tek­ nik tabiri ile "kavim" adı verilmiştir. Batının siyasal terminolojisinde bu Arapça sözcüğün kar­ şılığı yoktur. Çünkü bir sürü siyasal fikri anlatmaktadır. Kav­ mi "millet" Olarak çevirirsek, belirli ve bölünmez bir toprak parçası üzerinde tek dili konuşan bir toplum anlamı çıkar. Oy­ sa, Osmanlı kavimleri her yerde bir azınlık olarak bulunmuş­ lar ve değişik yerlerde değişik mahallî diller konuşmuşlardır. Her kavmin başında bir din adamının bulunmasına bakarak kavmi "din" olarak çevirirsek, ortaya devlet yüzünden deği­ şik bir yüzeyde bulunan bir örgüt anlamı çıkar. Gerçekte ka­ vimler, Osmanlı siyasal örgütünün altında olmakla beraber, devletin ana parçalarım meydana gerilmişlerdir. Kavimlerin başında bulunan din adamları yalnız üyelerinin din işlerini yü­ rütmekle kalmamışlar; aym zamanda bunların ölümlerim, do- 38
  • 42. ğumlarmı, evlenmelerini, miraslarını izlemişler; gereken ka­ yıtlan yapmışlar ve aralanndaki anlaşmazlıkları kurdukları mahkemelerde çözüme bağlamaya çalışmışlar, üyelerinden devlete verilmek üzere vergi toplamışlardır. Batıda bu gibi ça­ balar hükümranlık belirtileri olarak görülür ve devlet, bu gö­ revleri büyük bir kıskançlıkla kendi üzerine alırdı. Osmanlı Devleti ise bu gibi işleri, bilerek ve isteyerek adı geçen kişi­ lere vermiştir. İmparatorlukta en yüksek yeri işgal eden kavim, (bu te­ rim onlara teknik balamdan hiçbir zaman uygulanmamıştır) Müslüman topluluğu olmuştur. Fakat bu topluluğun düzenlen­ mesi de, diğer kavimlerde olduğu gibi yapılmıştır. Bütün im­ paratorluk topraklan üzerinde yaşayan Müslümanların başın­ da şeyhülislâm bulunmaktaydı. Müslümanlar "şeriata" göre yaşamaktaydılar ve bunun yorumunu müftüler, uygulamasını da kadılar yapmaktaydı. Bu İslâm kavmine özgür derebeyle­ ri ile bunlann topraklarındaki köylüler dahildi. (Buralarda sü­ rüler Hristiyan değil, Müslümandır.) Sultanın somadan müs- lüman olmuş bendeleri de bu topluluktadır.(Bunlar, pratikte şeriatın da üstüne çıkmışlardn.) Daha sonra gelen en önemli kavim, Rumlar olmuştur. Milleti Rum denen bu gruba, konuş- tuklan dil ya da lehçe ne olursa olsun Ortodoks Hristiyan ki­ lisesine mensup bütün Osmanlı tebaası girmektedir. Bu kav­ min başı ve üyeleri ile Osmanlı hükümeti arasındaki bağı sağ­ layan kişi İstanbul Rum Ortodoks Patriğidir. Osmanlı iktida- nnm zirveye ulaştığı devirlerde, Bulgarlar bağımsız bir kilise istedikleri zaman Patrik, Bizans İmparatoru'nun bir memuru olduğu devirden daha çok, dünya üzerinde otorite iddiasını gerçekleştirmeye yönelmişti. İstanbul Patrikliği Rumlann elin- 39
  • 43. de olduğu için, Osmanlı Rumları, Bulgarlar, Sırplar, Romen- ler, Arnavutlar gibi öbür Ortodoks Hristiyanlardan üstün bir durumda bulunuyorlardı. Bir bakımdan bu durumları dolayı­ sıyla Rumlar sanki Osmanlı împaratorluğu'nun ortaklan gi­ biydiler. Rumlann bu üstünlüğü 1557 yılında Peç'te Sırp Pat­ rikliğinin kurulması ile kırılmıştı. Fakat 1766 yılında, İstan­ bul'daki Rum ileri gelenlerinin etkisi ile bu patriklik kaldinl- dı. O zamanlarda Rumlann Osmanlı hükümetindeki nüfuzla­ rı artmakta idi ve hükümet, Batılılarla ilişkilerinde gittikçe Rum memurlarının aracılığına başvurmaya başlamıştı. An­ cak Babıâli'nin 1870 yılında Bulgar Eksharklığma hak tanı- masıyladır ki bu Rum nüfuzu kmlmıştır. Daha az önemde olan da Ermeni milletiydi ve bu grup da İstanbul'daki Gregoryen Patriğe bağlı bulunuyordu. Musevi­ ler, Hahambaşı'nm yönetimindeydiler. Katolik "sürü"ye ge­ lince, bu da Papa'nm bir temsilcisine bağlıydı. Osmanlı topraklannda, sultanın değil fakat Venedik, Fransa, Hollanda ve İngiltere gibi Batılı hükümdarların teba­ ası olan diğer Katolikler ve Protestanlar da yaşıyordu. XVIII. yüzyılın sonlanna kadar doğu limanında toplanmış olan bu ya­ bancı tüccarlar kolonilerine kavim ilkesine dayanan toplum özerkliği tanınmıştı, Bunlann işleri elçiler ve konsolosluklar- ca yürütülmekteydi. Yabancılara verilen bu imtiyazlar kapi­ tülasyonlara ya da sultanın her an geri alabileceği ve tek ta­ raflı olarak tanıdığı haklann bir kısmıydı. Yalnız Fransa ile 1535 yılında ikili bir anlaşma yapılmış ve bu, her iki yanı da bağlamıştı. Osmanlılar, bu Batılı tüccar kolonilerine atalan- nın steplerde vahalann halklanna baktıklan gözle bakmaktay­ dılar. Bu adamlar, ihtiyaçlan olan fakat kendilerinin yapama- 40
  • 44. dıklan bazı lüks eşyaları "temin eden" yabancılardı. Sultanın Doğulu Hristiyan sürüleri gibi bu Batılı yabancılar da devle­ tin topraklarında bulunduklarında, sultanın bu hizmetkârları­ nın istedikleri düzenli ya da düzensiz vergileri ödemek şartı ile, kendi meselelerim kendi aralarında halletmeliydiler. 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı hâlâ bu manzarayı göstermekteydi. Fakat devrimsel değişmelerin ko­ kusu da yavaş yavaş alınmaya başlanmıştı. İmparatorluk, yüz yıldan beri Batı'ya karşı hep kaybettiği bir savaş veriyordu ve şimdi de, yüz yıl önce Doğulu Hristiyan ulusların en geri kal­ mışı olan Ruslar tarafından feci bir yenilgiye uğratılmıştı. Ruslar, Osmanlıların Batılılar karşısında askerî başarısızlık­ lara uğramaya başladıkları bir sırada, gözlerini Batıya çevir­ mişlerdi. Bu, Osmanlılara karşı kazandıkları başarının sırrı olarak görülmüş ve buna inanılmıştı. Böylece 1768-1774 Türk-Rus savaşı, bunu izleyen Küçük Kaynarca barış antlaş­ ması hem Osmanlıların kendileri, hem de Osmanlıların Do­ ğulu Hristiyan uyrukları üzerinde derin bir etki yapmıştı. 41
  • 45. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM BATININ ETKİSİ (1774-1919) Osmanlılarin "insan sürüleri", efendilerinden yüz yıl ka­ dar önce gözlerini Batı'ya çevirmişlerdir. Bunların yeni bir yö­ ne dönmüş oldukları, XVII. yüzyılın sonlarına doğru birden­ bire farkedilmiştir. (Aynı sıralarda Doğulu Hristiyan Rusya da Batı'ya doğru değişmeye başlamıştı). Bu yönelme, modern çağların en önemli düşünce hareketlerinden biri olmakla kal­ mamış, aym zamanda devrimsel bir hareket olarak da ortaya çıkmıştır. Çünkü Hristiyan admı taşımalarına rağmen, Doğu ve Batı Hristiyanlan o güne kadar birbirlerine yabancı olarak yaşamışlardı. Karanlık çağlardan soma Doğu ve Batı Hristiyanlan ara­ sındaki ilk ilişki, Batı'mn yayılma hareketi olan ve Haçlı Se­ ferleri diye tanınan gelişmeler sırasında gerçekleşmiştir. Bu yayılma hareketi İslamlıktan çok Doğu Hristiyanlannın zara- nna olmuştur. Doğulu Hristiyanlar o zaman Batıldan yaman fatihler, Hristiyanlığm kendilerine göre biçimini ve âyinleri­ ni yaymaya çalışan, hiçbir hoşgörüye sahip olmayan propa­ gandacılar, siyasal yöneticiler ve hepsinden daha ezici olan, ticarî amaçlar için politikayı sömürenler olarak tanımışlardır. 43
  • 46. Bu arada tarihin en garip olaylarından biri de Doğulu Hristiyanlar ile Batılı Hristiyanlar arasındaki ilişkilerin en kö­ tü biçimine girdiği bir devrede, XIII. ve XIV yüzyıllarda, Os­ manlıların yakın akrabaları olan Moğolların ve diğer göçebe ulusların, Orta Asya steplerinde devir devir görülen patlama­ lardan birinin sonucu olarak fetihlere çıktıkları sırada, Lâtin Hristiyanlığım kabul etmeyi düşünmeleri ve Batılı Haçlılarla aralarında bulunan İslama karşı zaman zaman işbirliği yap­ mış olmalarıdır. Göçebe ulusların Hristiyanlaşması gerçekleş­ memiştir. Buna karşılık Moğollar, üzerlerine oturdukları "İs­ lâm sürüsü"nün dinini kabul etmişlerdir. Moğollar önünden kaçıp kuzey-batı Anadolu'ya yerleşmiş olan Osmanlılar da ay­ nı şekilde Müslümanlığı kabul etmişler, bir yandan da göçe­ belik geçmişlerine özgü kurumlarını bırakmıyarak Orta Do­ ğunun en iyi parçalarını ellerine geçirmiş Fransız baronların­ dan, İspanyol maceracılarından, Venedikli ve Cenovalı tüccar­ ların elinden İslâm adına Doğu Hristiyanlığım almaya koyul­ muşlardır. Orta Doğunun Osmanlılar tarafından fethi, (Bunun büyük ve en hayatî kısmı 1355 ve 1373 yıllan arasmda.ger- çekleştirilmiştir) bir yandan sultanın devşirme yöneticiler sis­ teminin mükemmel işlemesi, bir yandan da Doğulu Hristiyan- ların Batılı Hristiyanlara karşı duydukları nefret sayesinde mümkün olmuştur. 1453 yılında, İstanbulun son kuşatması sı­ rasında bir Bizanslı ileri gelen kişinin "Papanın tacına, Pey­ gamberin sarığım tercih ederiz" demesi bunun en canlı deli­ lidir. Doğu Hristiyanlar bu tutumlanyla, Ortaçağ'dan kalma Batılı bir efendiden kurtulup Osmanlı bir efendinin emrine gir­ mekle kendilerine fayda sağlamışlardır. Bu olay, Osmanlı fe­ tihlerinin gelişmesi için önemli bir unsur olmakla beraber, 44
  • 47. sonrası için olumsuz bir etki de olmuştur. Doğulu Hristiyan- lann, Ortaçağ Batı Hristiyanlığma düşmanlığı olmasaydı, Türklerin amaçlan için çok yeterli olan Osmanlı kurumları­ nın, bu kadar büyük bir imparatorluğun kurulmasına yararlı olmalan beklenemezdi. Bunun aksine, Doğulu Hristiyanların Batılı Hristiyanlara karşı tanımlan XVII. yüzyıl içinde değiş- meseydi, o sıralarda çürümeye yönelmiş Osmanlı kurumları­ nın imparatorluk için doğurduğu sonuçlar gördüğümüz kadar ciddi olmayacaktı. Doğulu Hristiyan tebaamn tarihi bu kitabın konusu de­ ğildir. Fakat bunlarj "Batdılaşmalan" sırasmda Osmanlılann tarihi üzerindeki etkilerinden dolayı kısaca ele alınacaktır. Osmanlılann, uyruklan olan "sürüler"e ve aynı zaman­ da topraklarında yaşayan Batılı yabancılara karşı tutumları, bir önceki' bölümde sözü edilen imtiyazlann verilmesine yol aç­ mıştır. Osmanlı kurumlan yeterli kaldığı ve Osmanlı İmpara­ torluğu, içerde ve dışarda güçlü olduğu sürece bu imtiyazlar, sultam, Osmanlı devletinin dışında olan unsurların yönetim külfetinden -saray için bir tehlike yaratmadan- kurtarmışlar­ dır. Fakat 1682-1699 savaşından soma, verilmiş olan imtiyaz­ lann iyice yerleşip artık geri alınamaz bir hale geldikleri sıra­ larda, tehlike kendini göstenneye başlamışta. Başlangıçta bu imtiyazlann tehlike bakımından büyük bir önemi yoktu. Çünkü imparatorluğun Doğulu Hristiyan teba­ ası ile topraklannda yaşayan Batılı tüccarlar, hem zayıftılar ve hem de tabiiyetinde yaşadıktan ve değişik gruplar arasında ba- nşı koruyan Osmanlı devletinden çok birbirlerine düşmandı­ lar. Osmanlılann ticareti bunların ellerine bırakmış olmalan- na rağmen bu gruplar ekonomik bakımdan da zayıftılar. Özel- 45
  • 48. likle Batılı tüccarlar, yüzyılın sonunda Ortaçağ'daki Batılı tüc­ car devletlerinin birbirleriyle kapışmaları, Avrupa ile Asya'nın birleştiği yerde Moğol Imparatorluğu'nun dağılması ve bu yüzden Venedik ve Cenova'mn ticaret hinterlandı olan Kara­ deniz ve Akdeniz limanlarının kapanması sonucu eski ekono­ mik güçlerini kaybetmişlerdi. Bunlardan başka ilerleyen Os­ manlılar karşısmda uğranılan kayıplar ve Atlantik kıyıların­ daki Batılı devletlerin, doğu ticaretim kaybettikten soma At­ lantik ötesi ticaret için birbirleriyle yanşa girmiş olmalan da Osmanlı topraklarında yaşayan Batılı Hıristiyan tüccarlarını et­ kisiz hale getirmişti. ÜstelikBatılı devletlerde, daha önce İtal- yanlarca kurulmuş eski ticaret merkezlerini yeniden ele geçi­ rip işler duruma sokmak için yeteri kadar enerji de kalmamış­ tı. Bu şartlar altında batı ile doğu arasındaki ticaret "asgari"ye inmiş ve mevcut alışverişler de sultanın Müslüman olmayan tebaasımn -özellikle denizci Rumlann- eline geçmişti. Böy­ lece Doğulu Hristiyanlar batı ile ilişki kuruyor, batı limanla­ rını ziyaret ediyor ve hatta batı'nm vaktiyle doğu'da kurmuş olduğu ticaret merkezlerinin benzerlerini batı'da açıyorlardı. Bu ilişkilerin başlannda, Ortaçağ'dan kalmış düşmanlık hisleri nedeniyle Doğulu Hristiyanlar, batı'da ticaret dışında­ ki etkiler altında kalmıyorlardı. Batıya karşı Doğu Hristiyan- lannın direnmesine bir örnek olarak şu olayı ele alabiliriz: Ki­ ril Lukaris adındaki bir Ortodoks Rum din adamı XVTI. yüz­ yılın ortalanna doğru Cenova'ya kadar gitmiş, teolojinin Kal- vinist sistemim öğrenmiş ve bunu kabul etmiş; İstanbul'a dön­ dükten soma patrikliğe kadar yükselerek Ortodoks ve Kato­ lik kiliselerini banştırmak için teşebbüse geçmişti. Buna Or­ todoks Rumlann tepkisi o kadar şiddetli olmuştu ki, İstan- 46
  • 49. likle Batılı tüccarlar, yüzyılın sonunda Ortaçağ'daki Batılı tüc­ car devletlerinin birbirleriyle kapışmaları, Avrupa ile Asya'nın birleştiği yerde Moğol împaratorluğu'nun dağılması ve bu yüzden Venedik ve Cenova'nın ticaret hinterlandı olan Kara­ deniz ve Akdeniz limanlarının kapanması sonucu eski ekono­ mik güçlerini kaybetmişlerdi. Bunlardan başka ilerleyen Os­ manlılar karşısında uğranılan kayıplar ve Atlantik kıyıların­ daki Batılı devletlerin, doğu ticaretini kaybettikten soma At­ lantik ötesi ticaret için birbirleriyle yanşa girmiş olmalan da Osmanlı topraklarında yaşayan Batılı Hristiyan tüccarlarım et­ kisiz hale getirmişti. Üstelik Batılı devletlerde, daha önce İtal- yanlarca kurulmuş eski ticaret merkezlerim yeniden ele geçi­ rip işler duruma sokmak için yeteri kadar enerji de kalmamış­ tı. Bu şartlar altında batı ile doğu arasındaki ticaret "asgari"ye inmiş ve mevcut alışverişler de sultanın Müslüman olmayan tebaasının -özellikle denizci Rumlann- eline geçmişti. Böy­ lece Doğulu Hristiyanlar batı ile ilişki kuruyor, batı limanla­ rını ziyaret ediyor ve hatta batı'nm vaktiyle doğu'da kurmuş olduğu ticaret merkezlerinin benzerlerim batı'da açıyorlardı. Bu ilişkilerin başlannda, Ortaçağ'dan kalmış düşmanlık hisleri nedeniyle Doğulu Hristiyanlar, batı'da ticaret dışında­ ki etkiler altında kalmıyorlardı. Batıya karşı Doğu Hristiyan- lannm direnmesine bir örnek olarak şu olayı ele alabiliriz: Ki­ ril Lukaris adındaki bir Ortodoks Rum din adamı XVTI. yüz­ yılın ortalanna doğru Cenova'ya kadar gitmiş, teolojinin Kal- vinist sistemini öğrenmiş ve bunu kabul etmiş; İstanbul'a dön­ dükten sonra patrikliğe kadar yükselerek Ortodoks ve Kato­ lik kiliselerini banştırmak için teşebbüse geçmişti. Buna Or­ todoks Rumlann tepkisi o kadar şiddetli olmuştu ki, İstan- 46
  • 51. buFdaki Jezuitlerle işbirliği yapmaktan bile kaçınmamışlar ve Patriklerini sultana tehlikeli bir "ihtilâlci" olarak ihbar etmiş­ ler ve idamım istemişlerdi. Fakat XVII. yüzyılın sonlarına doğru Doğulu Hristiyan- ların batılılara karşı tutumlan büyük bir değişikliğe uğramış­ tı. Bunun nedeni de, Ortaçağ'dan kalan düşmanlıkların unu­ tulmaya yüz tutmuş olması ve bir yandan da Batı'mn din sa­ vaşlarına son verip mezhepler arasında hoşgörülü bir davra­ nışa geçmesidir. Artık bir Katolik, bir Protestan ülkede; bir protestan da bir Katolik ülkede o ülkenin dinine girmeye zor­ lanmadan yeni teknikleri öğrenebiliyor, İdiltürü ile ilişki ku­ rabiliyordu. Yüzyıl sona ermeden önce Batılılaşma yoluna atılmış Doğulu Hristiyanlaıın en ünlüsü olan Rus Çarı Deli Perro, Hollanda ve İngiltere'de okula gitmiş; oralarda öğren­ diklerini ülkesine döndükten soma otokratik gücünden de fay­ dalanarak Ruslara zorla kabul ettirmişti. Aynı kuşak içinde, ticaret yoluyla Batı ile ilişki kurmuş olan bazı Rumlar da Ba­ tı dillerim öğrenmişler, zihinlerini Batı bilimine, sanatına, si­ yasal ve kültürel fikirlerine açmışlar ve böylece sultanın Do- ğuluHristiyan "sürüsü" içinde bir Batüılaşma hareketini baş­ latmışlardı. Bu hareket, Rusya'da Deli Petro'nun başlattığı gi­ bi 'sathî ve anî' değil, daha yavaş ve daha az hissedilir bir bi­ çimde olmuştur. Yüzyıldan kısa bir süre içinde hareket, şaşkınlık uyandı­ rıcı sonuçlar doğurmuştur. 1682-1699 savaşından soma, Ba­ tılı düşmanlarına artık iradesini bir 'galip' olarak kabul etti­ remeyen fakat görüşme yolu ile en uygun şartlan elde etmek zorunda kalanOsmânli Devletî; BâtTdilleri ve Batılı âdetleri bilen Doğulu Hristiyan tebaasının yardımına ihtiyaç duyma- 47
  • 52. ya başlamıştır. Böylece devlet yapısında, Doğulu Hristiyan- lann işgal etmeleri için yüksek yönetim ve diplomatik mev­ kiler 'ihdas' edilmiştir. Sahip oldukları bilgiler dolayısıyla efendilerince kıymeti anlaşılan Doğulu Hristiyanlar, önceki yüzyıllarda olduğu gibi "çoban köpekleri" olarak yetiştiril­ mek üzere çocukluklarından itibaren "esir sürüleri "ne katıla­ cak yerde, dinlerini, batıyı ve doğulu kültürlerini korumaları­ na da izin verilerek görevlere atanmışlardır. Yüz yıldan az bir süre içinde, Rusya'nın askerî, idarî, ma­ lî örgütlenmesi Batı modeline göre hemen hemen tamamlan­ mış ve bir zamanlar Doğulu Hristiyanlann en geri kalmışları diye bilinen Ruslar, Osmanlılara ve onların "fakir akrabala­ rı" olan Altın Ordu'nun mirasçıları Tatarlara, Habsburglar ya da Polonyalılar örneği Batı devletlerinin yapmış oldukları gi­ bi acı bir yenilgi tattırmışlardır. 1768-1774 Türk-Rus Savaşı'ndan sonra imzalanan Kü­ çük Kaynarca Antlaşması gereğince, Babıâli, Kırım Tatarla­ rı ve Karadeniz'in kuzey kıyılarındaki bazı limanlar üzerin­ deki egemenliğini Ruslara devretmiş; Rus ticaret gemilerine Boğazlardan serbest geçiş hakkı vermiş ve Osmanlı toprak­ larında yaşayan Rus tebaasma kapitülasyon haklan tanımış­ tır. En güçlü devrinde bile Osmanlı İmparatorluğu'na karşı koymayı elden bırakmayan Batı'ya yenilmek, Osmanlılar için acı olmakla beraber, doğulu, Hristiyan bir ulusa yenilmek, o- na bazı haklar tanıyarak Batılı devletler seviyesine çıkarmak ve temsilcilerine, Osmanlılann Doğulu Hristiyan tebaası ile tehlikeli ilişkiler imkânı sağlamak küçük düşürücüydü. Kü­ çük Kaynarca Antlaşması'nın yarattığı "şok" o kadar büyük olmuştur ki, Osmanlı devlet adamlan bunun üzerine Batılı ör- 48
  • 53. neklere göre reformlar yapmaya girişmişlerdir. Fakat bu ilk Osmanlı reformcuları Deli Petro gibi askerî uçtan harekete geçmişler ve yüz yıl kadar önce, Petro'nun zamanında, eko­ nomik uçtan hareket etmiş Doğulu Hristiyan tebaanın yolu­ nu izlememişlerdir. Batı yönünde bir reformun askerî açıdan ele alınmış ol­ ması, Osmanlı Türkleri arasında "Batılılaşma hareketi"ni ve bu hareketin, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca'dan, 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'ne kadar ya­ rattığı durumu anlamaya yarayan önemli bir anahtardır. Türk­ lerde, bu hareket, kişisel ilişkilerin bir sonucu olarak değil, bir politika gereği olarak başlamıştır. Yani Batı 'mn üstünlüğü teh­ likeli bir noktaya ulaştığmda Baü'ya karşı koyma niteliğini ka­ zanma endişesiyle başlamıştır. Bu Türk reformcularının yap­ tıkları gibi, Batı'ya ancak Batı'nm silâhlarıyla karşı konabi­ leceği sonucuna varmak, sağlam bir düşünce biçimiydi. Fakat öte yandan, Batı'nm askerî yeterliliği, üstünlüğünün nedeni değil, bir belirtisiydi. Batılı olmayan bir toplumun bu askerî yeterlilik seviye­ sine ulaşabilmesi için, Batı'nın yalnız askerî tekniğini değil, aynı zamanda modern bir Batı ordusunun dayandığı idarî, ma­ lî, sağlık tekniğiyle ekonomik verimliliğini de öğrenmiş ol­ ması gerekmekteydi. Bu yüzden Batı yaşamını bir bütün ola­ rak benimsemeden Batı'nm askerî tekniğini etkili bir biçim­ de elde etmek mümkün değildir. Çünkü Batı yaşamı da öbür uygarlıklar gibi bölünmez bir bütündür. Bu böyle olduğuna gö­ re, Türklerin "Batılılaşma" sorununu yalnız askerî açıdan al­ maları 'yazık' olmuştur. Fakat yapabilecekleri en tabii ve ka- çmılmaz şey de buydu; çünkü yalnız 'âcil' askerî gerekler yü- 49
  • 54. zünden, bazı geleneksel kurumlarını bırakıp bunların yerleri­ ne Batı kurumlarım koymak zorundaydılar. Yine "Batılılaşma" için askerî yönün alınması da "ya­ zık" olmuştur. Çünkü, Batı yaşamının askerî yönü, en az ile­ rici ve öğretici olanıdır. Bu, Türklerin 1774 barış antlaşması­ nı izleyen bir çubuk yüzyıl süresince Batı kültürüyle ilişki sağladıktan başlıca kanal olmuştur. XIX. yüzyılın ilk yansın­ da, Türkiye'de Sultan Selim III. ve Sultan Mahmud JJ.'nin; Mısır'da, o zaman İstanbul'daki efendilerinden çok daha bü­ yük bir devlet adamı olduğunu ispatlayan Türk asıllı Mehmet Ali'nin giriştikleri reform çabalan her şeyden önce Osmanlı ordusunun Battiılaşmasına yönelmişti. Bu reformlar sonucun­ da kurulan yeni model askerî kurumlardan soma Türk subay- lan daha ileri atılışlar için önde gelen bir rol oynamışlardn. Türk subaylan başka ülkelerin aksine, toplumun her sınıfın­ dan daha liberal görüşlü olduklarından değil, fakat gelecek yüzyıl içinde tek örgütlü ve kalabalık grup olduklarından bu tür etkin bir rol oynayabilmişlerdir. Bu tek örgütün sistemli bir Batı eğitimi görmesi ve bu yüzden Batı kültürünün etkilerine açık olması da Batılı olma­ yan zihinler için bir "devrim" olarak görülmüştür. Hatta, Sul­ tan Abdülhamit Il.'nin (1876-1908) zalim otokratik rejimi sı­ rasında Türkiye'ye Batı'da basılmış kitaplann ginnesinin ya­ saklandığı zamanlarda bile askerî öğrencilerin Batı sistemine göre eğitilmelerine dokunulmamıştır. Abdülhamit, sıkışık bir durumda bulunan imparatorluğu pusuda bekleyen komşulan- nm insafına bırakmadan subaylarının Batı örneği savaş sana­ tını öğrenmelerinden vazgeçemezdi. Bunun yam sna, genç subaylar da Batı dillerini bilmeden, 50
  • 55. Batı'nm taktik ve stratejisini öğrenemezlerdi. Yabancı diller bilgisi de Türk subayları için Batı düşüncesine açılan kapının bir çeşit anahtarı olmuştur. 1908 yılında Abdülhamit'e karşı devrim bayrağını açan bu subaylardan biri, Enver olmuştur. Bir başka subay, Musta­ fa Kemal de ulusunun basma geçerek Müttefik devletlere kar­ şı çıkmış, Anadolu'daki Yunan istilâsına karşı koymuş ve 1920 yılında "Millî Misak"ı hazırlamıştır. İttihat ve Terakki'nin, 1908-1918 yıllan arasındaki çabalannmbaşmsızlığa uğrama­ sının nedenlerinden biri; kendilerinden önceki Batılılaşma ha­ reketlerini yürütenler gibi askerî yönün ağır basmasıdır. Bu ka­ çınılmaz birşeydi. Hareketteki askerî unsur, Batılı eğilimin öngördüğü liberal ve yapıcı reformlan gerçekleştirmeye -mes­ leğin tabiatı dolayısıyla- uygun değildi. Fakat şunu da kaydet­ mek gerek; 1908'deki "Genç Türkler" devriminde asker En­ ver'in oynadığı rolün arkasında, eğitimlerini Batı'nm askerî olmayan alanlannda almış olan iki sivil -Selânikli bir telgraf memuru olan Talât Bey ve Yahudî asıllı maliyeci Cavit Bey- bulunmaktaydı. Hareketi, perde arkasından bunlar yönetmiş­ lerdir. 1919 'da başlayan devrime gelince; bu, yalnız subaylar ta­ rafından yönetilen bir devrim olarak başlamamış, Türk ana­ vatanını yabancı bir istilâcıdan kurtarmak için başlatılan bir ölüm-kalım savaşı olmuştur. İstilâcıya karşı zafer kazanılmış olmakla beraber 1925 yılında, bu devrimin başarısının askerî yönün ikinci plâna çekilip çekilmemesine bağlı kaldığı hâlâ görülmekteydi. Fakat bu kez askerî yönün önemini kaybede­ ceği ihtimali her zamankinden daha çoktu. 1908 devrimi, hiç­ bir basan sağlamamış sayılsa bile, Sultan Hamit rejimi sıra- 51
  • 56. sında genç Türk erkeklerine vekadmlanna kapatılmış yüksek öğrenimin kapıları açılmış ve sürekli bir savaş halinde bulun­ masına karşılık aradan geçen yıllar içinde Batı kültürü almış bir kuşak yetişmişti. Böylece Batı eğitimi görmüş olan sivil­ lerin sayısı artarken asker sınıfının oynadığı rolde de bir geri­ leme başlamıştı. Bu gelişme, bundan sonraki bölümlerin ko­ nusu olduğundan burada 1774 ile 1918 yıllan arasındaki Türk "Batılılaşma" hareketlerini kısaca gözden geçireceğiz. Batılılaşmaya koyulan Türklerin yollanndaki güçlükler, kendilerinden önce bu yola çıkmış olan Doğulu Hristiyan te- baalannm karşılaştıklarından sayıca daha çok ve daha büyük olmuştur. Her şeyden önce, "Türk Batılılaşması" hükümet tarafından başlatılan suni bir hareket olmuş ve bazı özel kişi­ lerin içinden doğmamıştır. İkincisi, geç başlamıştır. Bu konuda Rum ve Rus hareket­ lerinden yüz yıl geç davramlrmştır. Böyle bir harekete girişil­ mesini de askerî tehlikelerle askerî başansızlıklar sonucu yok olma tehlikesi zorlamıştır. Üçüncüsü, 1774 tarihli Küçük Kay­ narca Türk-Rus Banş Antlaşması'ndan 1856 Paris Antlaşma- sı'na kadar süren uzun yıllar içinde ve Osmanlı İmparatorlu- ğu'nun varoluşunun ayaklanmış Hristiyan tebaa ve dış düşman­ larca sürekli tehdit edildiği bir devre içinde sürdürülmüştür. Dördüncüsü, -yukanda belirttiğimiz nedenler- harekete bir askerî görünüş vermiştir ve -ne yazık- problem bu kisve altmda ele alınmıştır. Beşincisi, Türk reformculan, -Batılı ve Batılılaşmış komşulanyla Doğulu Hristiyan tebaalarının ya- rattıklan belâlar azmış gibi- sultanın bendelerinden ve İslâm toplumundan gelen kuvvetli dirençle de başetmek zorunda kalmışlardır. 52
  • 57. Rum ve Rus Batılılaşma taraftarlarına Doğu Hristiyanlı­ ğının gösterdiği direnç, hayret verecek biçimde zayıf olmuş­ tur. Nedeni, bu direncin kaynağını meydana getirmesi gere­ ken Bizans toplumu gelenekleri, önce Haçlıların sonra da Os­ manlıların kontrolü altma girmişti. Batılılaşma hareketi baş­ ladığında direnç gösterecek bu geleneklerden pek birşey kal­ mamıştı. Yine bu durumda bile, Kalvinist Lukaris, XVIII. yüzyılda İstanbul Patrikhanesini terkedip daha liberal olan Rus Çariçesinin topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı. Mo­ dern Yunan dilinin babası sayılan Korais ise, özgür düşünce­ li devrimci Paris'te oturduğu için Rum Ortodoks kilisesine ra­ hat rahat dil uzatabilmiş, fakat daha ileri gidememiştir. Türk "Batılılaşma" hareketinin öncüleri ise, sultanın esir bendele­ rinden ve İslâm toplumundan çok daha şiddetli bir direnç gör­ müşlerdir. Her iki kurum da yıkılmaya yüz tutmuş olmakla be­ raber, henüz canlılığını kaybetmemişlerdi. Sultanın devşirmelerinin gösterdiği direnç, hepsinden da­ ha çabuk ve daha şiddetli olmuştur. Çünkü Batıcı askerî re­ form doğrudan doğruya bunların çıkarlarım tehdit etmektey­ di. Bendeler, artık yabancı devletlere karşı savaşmak ve iç ayaklanmaları bastırmak yeteneğini kaybetmişlerdi ama, hâ­ lâ da efendilerini öldürme imkânına sahiptiler. Sultan Selim, 1807 yılında, Napolyon'un İstanbul'daki askerî ateşesi Sebas­ tiani'nin tavsiyesi ile yeniçerileri yeniden örgütlendirmeye gi­ rişmiş fakat bunu -yeniçerilerin elinde- hayatı ile ödemişti. Mahmut II. felâketlerle geçen onsekiz yıl bekledikten sonra 1826'da İstanbul'da yeniçerileri ortadan kaldırıp Sultan Se­ lim'in intikamım almış; Mısır'da da Mehmet Ali, 1811 'de ye­ niçerilerin bir benzeri olan Memlûkların direnişine son ver- 53
  • 58. misti. Her iki devlet adamı da yollarına çıkan bu engelleri kal­ dırmadan ordularını Batı örneğine göre yemden örgütlendir­ me ve diğer Batılılaşma hareketlerine girişemezlerdi. Daha ön­ ce davranmış olan Mehmet Ali, Mısır'ı, 1875 ve 1883 yılla­ rında her iki ülkenin başına gelen felâketlere kadar Türki­ ye'den onbeş yıl ileri götürmüştü. İslâm toplumundaki direnç derhal kendini göstermemek­ le beraber daha kök salmış olarak ortaya çıkmıştır. Zayıf ve yetersiz bir toplum, birdenbire kendinden daha güçlü ve ye­ terli bir toplum ile temasa geldiğinde toplumun üyelerinin bu yeni durum karşısında gösterecekleri tepki için iki alternatif, birbirine karşıt iki hareket çizgisi ortaya çıkar. Bunlar, ya ken­ di geçmişlerinin kalesi içinde güçlenmeye ve böylece dışar­ dan gelen rahatsız edici güç ile ilişkiyi kesip kendilerim tec­ rit etmeye çalışırlar; ya da yabancı uygarlığın kendilerininkin­ den daha güçlü olduğu ve kalmak üzere geldiği olgusunu ka­ bul ederek kaçınamayacakları bir duruma uymak için karar­ larını verirler ve kendi öz gelenekleriyle bir fırtına gibi top­ raklan üzerinde esen yeni düzen arasında bir denge meydana getirip yeni bir yaşama biçimine ulaşırlar. İkincisi, izlenecek rasyonel yoldur ve Osmanlı reform­ cuları, askerî sistemlerini Batılılaştırmaya karar verdikleri an­ dan itibaren bu yolu seçmişlerdir. Bu, bütün bir yaşama biçiminin Batılılaşmasına doğru atılmış bir adım olmuştur. Bununla beraber rasyonel tutum, kütle içinde insanlığın ve hatta ilerici toplumların tarihinde kı­ sa süreler dışında pek çok önderin özelliği değildir. Beklen­ medik bunalımlarda insanlar heyecanın renklendirdiği içgü­ düyle hareket etmek eğilimindedir. Başlarını kuma sokup ve 54
  • 59. bir mucize bekleyerek bilinmeyenlerden kaçmaya çalışırlar. Bilinmeyen, daha güçlü bir uygarlık ise atalarının dinine sığı­ nırlar ve yine atalarının Tanrısından düzenini savunan hiz­ metkârlarını kurtarmasını isterler. Hazreti İsa'nın zamanında, ilerleyen Hellenizm'in gölgesi altında yaşayan doğu toplu­ munda rasyonel ve mistik eğilimler, "Herodcular" ve "muta­ assıplar" tarafından temsil edilmekteydi. İslâm dünyasında da XVIII. yüzyılın son yıllarından itibaren daima bir "Herodcu­ lar" ve "mutaassıplar" görülmüştür. XVIII. yüzyılın son çeyreği içinde, Osmanlı hükümeti as­ kerlerini Batı örneğine göre giydirmek, silâhlandırmak ve eğitmek için ilk atılımlarına girişirken, Arabistan'ın Necd böl­ gesindeki vaha sakinleri ve aşiretler de Vahabîliği kabul edi­ yorlardı. Bu, dinin ilk ilkelerine ve uygulamasına dönüşü is­ teyen İslâm içinde bir 'protestan hareketi' idi. Vahabîlerin ta­ assubu, Osmanlı İmparatorluğu'nun daha uygar bölgelerinde­ ki Müslüman halkın özellikle Osmanlı hükümetinin davranış­ larına ve Frank kâfirlerinin küfür sayılan metotlarının benim­ senmesine karşı yönelmişti. Vahabîler, 1803'te Mekke'yi ve 1804'te Medine'yi ele ge­ çirmişler ve bu şehirleri "temizlemişlerdi". Bu hareket, sul­ tandan aldığı emir üzerine, 1810ve 1817 yıllan arasında, Ba­ tılılaşmadan yana olan Mısırlı Mehmet Ali tarafından uzun ve yorucu seferler sonunda ezilmiştir. Bu mücadelenin ikinci ra­ undu Afrika'da geçmiştir. XIX. yüzyılın ikinci yansında Sü- nusîler, Libya'dan Batı Sudan'a kadar uzanan ve dine daya­ nan bir imparatorluk kurmuşlardı. 1883'te Mehdî taraftarlan Doğu Sudan'ı Frank taklidi Mısır hükümetinin elinden almış­ lardı. Bu kez de 'mutaassıplar' yalnız ilerici ve Batılılaşma ta- 55
  • 61. raftan dindaşlanyla değil, sömürgeciliklerini yaymakla meş­ gul Batılı devletlerle de karşı karşıya gelmişlerdi. Doğu Sudan'da Mehdî hareketi 1898 yılında bir İngiliz ordusu tarafından ezilmiş ve ülke ortak bir Mısır-İngiliz yö­ netimi altına alınmıştı. Sünusîlerin askeri gücü de 1910 yı­ lında Vadai'yi ele geçiren Fransız ordusunca kınlmıştı. Bun­ ların 1916 'da Mısır' a yaptıklan saldınyı da ingilizler durdur­ muştu. Bu mücadelenin üçüncü raundu 1914-1918 Dünya Savaşı'ndan önce, Vahabîlerin, Suud ailesinin önderliği altın­ da Necd'de yeniden güç kazanmalanyla açılmıştı. Suud aile­ si, Vahabîleri etrafında toplamayı başarmış, bunlan bir "ih­ van" kardeşlik örgütü altmda birleştirmişti. Dünya Savaşı'nda Hindistan'daki İngiliz yönetiminden para ve silâh yardımı gören Vahabîler, 1924'te Mekke'yi, Londra'da İngiliz Dışiş­ leri Bakanlığt'nm himayesinde bulunan Haşimî Kral Hüse­ yin'in elinden ikinci defa almışlar, Irak'a ve Ürdün'e sefer­ ler yapmaya başlamışlardı. Üçüncü raundun yeni gelişmeleri daha soma olacaktı. Yüz elli yıl öncesinden bu kitabın yazıldığı (1926) yıla kadar ortaya çıkan taassup hareketlerinin tarihsel ortak bir yönünü ortaya koymaktadır. Bu da, bu hareketlerin artık İslâm dünya­ sının kaderinde önemli bir rol oynayamayacağının görülme- sidir. Her üç harekette de bunlann ancak -ister askerî, ister eko­ nomik, ister kültürel olsun- Batı yaşamının sızamadığı, gerek arazi, gerek iklim bakımından emin olan bölgelerde köprü başlan kurabilmişler; Yukarı Nil vadisi ya da Vadai gibi ula­ şılması kolay yerlerde uzun süre tutunamadıklan görülmüş­ tür. Bu hareketler, Süveyş Kanalı ve Boğazlar gibi uluslarara­ sı denizyollannm geçtiği halklan yerleşmiş ve uygar olan Mı- 56
  • 62. sır ve Anadolu'da hiç etki yapamamışlardır. İslâm ulusları, Ba­ tı'ya karşı koymak istiyorlarsa; bunu ancak Batı'nın savunma, diplomasi, yönetim, maliye ve ekonomi metodlarmı uygula­ mak gibi rasyonal bir politika ile başarabilirler. Böyle durum­ larda, mutaassıpların mistisizmi 'vakıa'larm mantığına o ka­ dar karşıttır ki, adı geçen İslâm uluslarının zihinlerinde yer et­ mesi şansı çok azdır. Üstelik bu uluslar, çöllerin ve vahaların halkalarından sayıca ve nüfusça üstün bulunmaktadırlar. Modern İslâm Dünyasmda "Herodcular" ile "mutaassıp­ lar" arasındaki bu çatışmada -hiç olmazsa bu çatışmanın ilk safhalarında- göze çarpan ilgi çekici bir durum da, ulemanın Batılılaşma taraftan devlet adamlanna dostane bir tarafsızlık göstermeleri ve hatta zaman zaman onlan etkin bir biçimde desteklemeleridir. Bu kısmen şu şekilde açıklanabilir: Batılı­ laşma taraftarlanmn ilk çabalan sultanın esir bendelerine kar­ şı yönelmiştir. Bu sınıfın üyeleri yerli ve Müslüman olmayan kaynaklardan gelmişler, din kurumlannın üstüne çıkmışlar ve Müslüman halk içinde yetişmiş din adamlanna yüksekten bak­ mışlardır. Nitekim Fransızlar da 1789-1801 yıllannda Mısır'ı işgal ettiklerinde ulemayı, İslâm'ın ve Mısır halkının gerçek temsilcileri olarak gösterip bunlan Osmanlıların esir bende­ lerinin bir eşi olan Memlûklara karşı kullanmışlardır. 1805 'te Kahire'deki El Ezher medresesinin öğretim üye­ leri, Türklere karşı girişilen ayaklanmada kendilerini Mısır halk hareketinin önderleri olarak göstermişlerdir. Mehmet Ali bunlan akıllıca kullanmış ve sultan tarafından gönderilmiş olan vali paşayı attınp yerine kendim geçirttirmişti. Ulema bu­ nu yaparken Osmanlı valisinin toplum sözleşmesini bozduğu­ nu ileri sürmüşler; ulema sınıfının, değil bir valiyi, gerektiği '57
  • 63. zaman sultan halifeyi de tahtından indirme hakkına sahip ol­ duğunu söylemişlerdi. 1826'da, Sultan Mahmut II. yeniçerileri ortadan kaldı­ rırken ulemanın desteğini görmüştü. 1876'da, liberal reform­ cu Mithat Paşa, Sultan Aziz'e karşı bir parlamento ve ana­ yasa fikrini savunurken istanbul medreselerinin öğrencileri bu fikri desteklemek için ayaklanmışlardı. 1906'daki İran ih­ tilâlinde Şiî ulema da aynı şekilde hareket etmişti. Batılılaş­ ma hareketi, esir bendeler sınıfım ortadan kaldırıp Batı kül­ türü ile yetişmiş yeni bir yönetici sımfı yaratıncaya ve bu ye­ ni sınıfın din müesseselerine el atmaya başlamasına kadar olan gelişmesinde ulema smıfı açıkça Batılılaşma taraftarla­ rının yanında olmuştur. Bu durum, 1908'de Abdülhamit yö­ netiminin devrilmesine kadar bir politika sorunu olmamış, 1922'de milliyetçilerin zaferi kazanmalarına kadar da had bir biçim almamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun en başta gelen iki Müslüman ülkesi olan Türkiye ve Mısır'da; Batılılaşma hareketi, çok güç şartlar içinde olağanüstü yetenekleri bulunan iki Türk devlet adamı -Sultan Mahmut II. ve Mehmet Ali Paşa- tarafından baş­ latılmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi ordunun Batılılaştı- nlması her ikisinin de hareket noktası olmuştur. 1798-1801 yıl­ larındaki Fransız işgalinin derin bir iz bırakmış olduğu Mı­ sır'da, Mehmet Ali, 1815'ten soma Albay Seve ve diğerleri gi­ bi eski Napolyon subaylarım öğretmen olarak ordusuna almış­ tı. Türkiye'de, 1830'larda bir Prusya askerî heyeti, Mehmet Ali'den öç almak için orduyu hazırlamakla görevlendirilmiş­ ti. Batılılaşma yolunda efendilerinden daha önce davranmış olan Mehmet Ali, Suriye'yi onlardan koparmaya heveslenmiş- 58
  • 64. ti. Bu Prusya askerî heyetinde ünlü von Moltke de bulunuyor ve askerlik mesleğinde çıraklığını yapıyordu. Dr. John Browning'in yazdığı mektuplardan ve 1839 yı­ lında Mısn'la ilgili Lord Palmerston' a verdiği bir rapordan as­ kerî Batılılaşmanın her iki ülke üzerinde yaptığı etkilerin de­ recesini anlayabiliriz. Bu mektuplar ve rapordan, bir Batı bu­ luşu olan askere alma sisteminin nasıl bir ekonomik yük mey­ dana getirdiğini ve nasıl insanları acılara sürüklediğim öğreni­ yoruz. Batıda bu sistem, etkili bir sağlık sistemi, kısa hizmet süresi gibi yardımcı şartlarla birlikte geliştirilmiştir. Buna kar­ şılık iki ülkede uygulanmasına başlanan yeni askerî sistem ka­ mu güvenliğim artırmış, vergi toplamayı hızlandırmış, Batılı etkilerin başka alanlara da sızmasına imkân vermiştir. Sözge­ lişi Browning'in bildirdiğine göre; İskenderiye'deki tersanenin yanında buna bağlı bir doğumevi açılmıştır. Birbiri ile hiçbir ilişiği olmayan bu iki kurumun yanyana gelmesinin nedeni, Mehmet Ali'nin tersaneyi örgütlendirmek için davet ettiği Ba­ tılı uzmanların, memurlar ve işçiler için sağlık kurumlan açıl­ masında ısrar etmiş olmalandır. Böylece Batılı doktorlar bir hastahane açmışlar ve sivil halkın da buraya hücum etmesi ve doğum hizmetlerinin diğer bütün tıbbî hizmetlerden çok iste­ nir olması üzerine kuruluş, bir doğumevi haline getirilmişti. Da­ ha 1839'da Müslüman kadınların 'kafir' Frenk doktorlarının nezaretinde doğum yapmaya hazır olmaları, Batıyla ilgili ön­ yargıların ne kadar hızla yıkıldığını göstermektedir. Batıldaşma için Müslümanların giriştikleri bu ilk teşeb­ büste en önemli devre, Osmanlı İmparatorluğu'nu korumak için Fransa ve İngiltere'nin Rusya'ya açtıklan savaştan soma im­ zalanan 1856 antlaşmasını izleyen yirmi yıl olmuştur. Osman- 59